FELSEFE Ders Notları 2
Epistemoloji
Şüphecilik ve Bilginin Olanaklılığı Sorunu
Bilginin gerçekte var olduğuna, bilgiye ulaşabiliyor olduğumuza veya bilginin gerçekleştiğinin farkına varabileceğimize yönelik şüpheler felsefe tarihinde ilk başlardan bu yana kayda değer bir yer tutmuştur. Sokrates alçak gönüllü bir tavırla ve bilgi konusunda iddialı ve kibirli bir tavır sergileyen şehrin ileri gelenlerinden farklı olarak bilgi sahibi olmadığını ifade etmiştir. Bilgi sahibi olmadığını bilme dışında bir bilgi iddiasında bulunmayan Sokrates'in felsefesinin şüpheciliğin ana fikrini içinde barındırdığı düşünülür.
Şüpheci düşüncenin adım adım nasıl ilerleyebileceğini en iyi gösteren felsefecinin Rene Descartes olduğu kabul edilir. Descartes'ı da kapsayan tarihsel dönem, Orta çağ'dan çıkışı ve klise örgütlenmesinin düşünce üzerine koyduğu kısıtlamaların çözülmeye başlamasını temlsil eden Modern Dönem'dir.
Şüpheciliğin tersi olan kavramlar içinde en önemlisi Dogmatizim'dir.
Descartes'a göre, algı yanılabilir olduğundan bilgisel kesinliği başka bir yerde aramak gerekir.
Descartes'ın "kötü niyetli ve üstün güçleri olan varlık" örneği bilgiye dair şüphelerin ne düzeye ulaşabileceğini gösterir. Descartes'in şüphesi "yöntemsel şüphe" olarak bilinir. Başka bir deyişle, Descartes kendi felsefi kuramını savlayabilmek için şüpheyi bir yöntem olarak kullanmakta ve böylece şüphelenilmeyecek sağlamlıkta bazı fikirlere ulaşmaya çalışmaktadır.
Descartes, matematik ve bilim alanlarının nesnel bilginin en önemli kaynağı olduğunu düşünüyor olsada, şüpheci sorgulamayı ciddiyetle ve sonuna kadar devam ettirmektedir. Bu bağlamda bir çelişkii yoktur, çünkü Descartes sorgulamasına algısal, matematiksel ve bilimsel bilgi tiplerinin güvenilirliğini varsayarak değil, onlara kritik bir test uygulayarak başlamıştır. Bu yaklaşım ciddi bir felsefi yöntemin uygulanmasını beraberinde getirmektedir.
Sokrates, tek bileceğimizin "bilgi sahibi olmadığımız" olduğunu savlar.
Şüphecilere göre pratik yaşamda işlerin yolunda gidiyor gibi görünmesi ile insanın varlık alanının kendisine dair bilgi sahibi olması birbirinden ayrılması gereken durumlardır.
Descartes şüpheci akıl yürütmenin en güzel örneklerini sergilemiş olsada kendisi şüpheci fikirlere sahip bir düşünür değildir. Descartes'tan sonra gelen felsefeciler arasında şüpheci eğilimleri en belirgin olanı, İskoç düşünür David Hume dir.
David Hume, şüphecilik bağlamında felsefe tarihinde izler bırakmış bir düşünürdür.
Hume'a göre doğada karşılaştığımız olgusal düzenliliklere ilişkin yaptığımız varsayımlar konusunda dikkatli olmamız gerekmektedir. İnsanlar genelde doğada düzenli olarak tekrarlanan olguların belli bir zorunluluk içerdiğine inanırlar. Örneğin her sabah güneşin doğmasına tanık oluruz ve bunun rast gele bir olay olmadığını işin içinde bir düzen bir zorunluluk olduğunu düşünürüz.
Ancak Hume'a göre bu durumda elimizdeki veri yanlızca geçmişte gözlemlediğimiz durumlardır. Bu gözlemlerdeki düzenlilik, bize doğada bir zorunluluk olduğunu düşündürür. Yani gözlemlerimize dayanan olaylardan yapılan genellemelerin her biri tümevarımsal niteliktedir ve kesinlikten uzaktır.
Bir olgunun yada durumun fiziksel olarak olanaksız olması, o olgunun bizim içinde yaşadığımız ve anladığımız fiziksel dünyanın görünen yapısıyla çelişmesi anlamına gelir.
Örneğin bir insanın pencereden atladığında düşmeyip uçmak gibi fiziksel anlamda olanaksız olan durumların gerçekleştiğini ben kafamda canlandırabilirim. Bu fiziksel olanaksızlık kavramına örnektir.
Mantıksal olanaksızlık kavramı ise içinde yaşadığımız evrenin mantıksal yapısıyla çatışan durumlar için kullanılır. Bizim evrenimizde bir üçgenin 4 kenarlı olması olanaksızdır. Bu olanaksızlık, fiziksel olanaksızlıktan çok daha büyük olanaksızlık türüdür. Çünkü fiziksel olanaksızlıklardan farklı olarak, mantıksal açıdan olanaksız bir durumu kafamızda bile canlandıramayız.
Hume'a göre eldeki kısıtlı tümevarımsal zeminin ötesine geçerek yarın güneşin doğacağını biliyorum iddiasında bulunmamızın çok sağlam bir gerekçesi olabileceğini söylemek zordur. Özetle aslında hiç birimiz yarın güneşin doğup doğmayacağını bilmiyoruz.
Şüpheciliğin sonuçları pek çok düşünüre oldukça rahatsız edici geldiğinden dolayı felsefe tarihinin önde gelen isimlerinden bazıları bu konuyla derinlemesine ilgilenmiş ve çözüm üretmeye çalışmışlardır. Bu çabalar içinde en bilinenlerden biri, İngiliz düşünür G.E Moore'un sağ duyusal argümanıdır.
Sağduyusal Tavır, genelde günlük yaşamın durumları karşısında
pratik, ayakları yere basan ve işe yarar sonuçlara verebilen kararlar
alma ya da yargılarda bulunma eğilimi ile ilintilendirilir.
Moore'un konuyu irdelerken yaptığı ilk şey, kesinlikle bildiğine inandığı bazı önermeleri sıralamaktır.
Moore'a göre nesnelerin "var olmaları" onların zihnin dışında, zaman ve mekan içinde var olmaları anlamına gelir. Moore'un sözünü ettiği nesne ise sağ duyumuza da uygun bir şekilde, fiziksel özelliklere sahip ve zihinden bağımsız niteliğinde bulunmaktadır.
Çıkarım bir fikri veya tezi başarıyla savunacaksa:
- Öncüller iyi bilinen önermeler olmalı
- Sonuç önermesi öncülleri bilgisel olarak aynen tekrarlamamalı
- Öncüller sonucu yeterince güçlü bir düzeyde desteklemelidir.
Moore'a itiraz etmek isteyen bir felsefeci sonucun öncüllerden çok farklı bir hamle gerçekleştirdiğini ve bu yüzden, öncüllerden sonucu türeten çıkarımsal bağın güçlü olmadığını söyleyebilir.
Sağduyu kavramına ilişkin notlar:
Günlük yaşamnda genel olarak sağduyunun yolunu izlediğimiz söylenebilir. Ancak felsefe ve bilimin genelde sağ duyuyla somutlukla veya pratiklikle tam örtüşmeyen alanlar olduğuna dair yaygın bir kanı vardır.
Felsefi tartışmanlar ve argümanlar söz konusu olduğunda bunların karşısına hemen sağ duyuyu çıkararak bir (sağlamlık testi) yapma eğiliminde olmanın sakıncalı yönleri olabilir.
Örneğin şüpheciliği değerlendirirken ve eleştirirken şüpheci yaklaşımları (sağ duyuya aykırı olduğu düşüncesini) dile getirmek her zaman yardımcı olmayabilir. Birincisi sağ duyu kavramının her durumda ve her bağlamda aynı sonucu vermesi beklenemez başka bir deyişle sağ duyu denilen yeti bir makine gibi işleyen yani mekanik ve evrensel bir tarzda çalışıp belirlenmiş sonuçlar ortaya koyan bir kapasite olmayabilir. İkincisi sağ duyunun genelde kabul gören sonuçları bazan son derece yanıltıcı olup bu sonuçları düzeltmek için bilim ve felsefe gibi alanların işlevlerine ihtiyaç olabilir. Örneğin yalın sağ duyu bize üzerinde bulunduğumuz dünyanın düz olduğunu söyler bu yanlışlığın düzeltilmesi sıradan olağan algısallığın düzleminde olanaklı bilime gereksinim vardır.
O halde sağ duyunun en üst epistemolojik mercii veya kapasite olarak yüceltilmesinin çokta haklı olmadığı belirtilebilir. Aklın kritik yani eleştirel kullanımının ne kadar önemli ve değerli olduğunu bu bağlamdada gözlemleyebiliriz.
Şüpheci tavrın felsefi değeri:
Şüphecilik felsefede bilginin olanaklılığı konusunda sunulan çok kökten ve sıra dışı bir görüş veya akımdır.ancak şüphecilik görüşünün tezlerini benimsemeyen kendilerini şüpheci olarak tanımlayacak pek çok felsefeci için bile şüpheci tavır belli bir değer ifade eder.
Şüpheci tavır olarak betimlediğimiz tavrın yaklaşımı ve içeriği nedir? Ve bu tavrı felsefi anlamda özel kılan şey nedir? Bunun yanıtını şüpheciliğin tersi olan kavramların içinde ve o kavramların barındığı sakıncalarda aramak gerekir.
Şüpheciliğin tersi olan kavramlar içinde en önemlisi dogmatizim'dir.
Dogma deyiminin anlamı belirli bir kişi veya topluluk tarafından benimsenen tartışmadan ve sorgulamadan kabul edilmesi beklenen inanç yada inanç kümesi şeklinde verilebilir.
Bu noktada kritik olan saptama şüpheci tavrın veya dogmatiklik karşıtı duruşun insanlar için tahminen ancak belli bir dereceye kadar olanaklı olabileceği gerçeğidir. Kesintisiz şüphe halinde olmak ve sürekli olarak sağlam düşünsel zeminlerini kaybetmek, insanların kolayca yapabileceği eylemler değillerdir. Dahası aşırı şüpheci bir tavrın insana yaşamı içinde çok fazla yararının olmayacağıda bellidir. Öte yandan dogmatik olmaktan ziyade zaman zamanda olsa sahip olduğu fikirlere ve inançlara eleştirel bir tavırla yaklaşan insanların hem bireysel gelişimlerinin daha güçlü olacağı hemde inanç sistemlerinin genelde yanlışlamaya açık olmasından dolayı bizi saran dünyanın olgularını bilebilme anlamındada daha avantajlı bir duruma geleceği söylenebilir.