2 Eylül 2014 Salı

Ortaçağ Felsefesi - Ioannes Scotus Eriugena

FELSEFE Ders Notları 2
Ortaçağ Felsefesi
Ioannes Scotus Eriugena

Ioannes Scotus Eriugena (810 - 877)

Eriugena'nın kelime anlamı "İrlandalı", "İrlanda'da doğmuş" demektir. Başka bir  şekilde ifade edilirse Eriugena, "Erin halkından doğan" anlamına da gelir. Ortaçağ’ın yegane İrlandalı filozofudur.

Eriugena, Karolenj döneminde İrlanda’dan Avrupa’ya göç etmiş olan çok sayıda bilginden birisidir. Kendisinden önce yaşamış olan önemli filozof/din adamlarının eserlerini Eski Yunancadan Latince'ye aktarmıştır ve bunlar üzerine çeşitli yorumlar yazmıştır. 

Ioannes Scotus Eriugena, bir Ortaçağ filozofu olarak,  Tanrı ile dünya arasındaki bağlantıyı kendisi için bir ilgi konusu yapmıştır. Bu bağlantının en belirgin tarzı, Tanrı gibi birlik sergileyen bir varlık ile dünya gibi çokluk barındıran bir durum arasındaki ilginin nasıl kurulabileceğidir. Bu birlik ve çokluk ilişkisi, nihayetinde insanın Tanrı'dan nasıl çıktığını ve O'na nasıl geri döneceğine ilişkin bir sorgulama süreci meydana getirir. Bu sorgulama sürecinin temelinde, tıpkı diğer bütün filozofların yaptığı gibi, hakikati arama kaygısı yatar.

Eriugena'nın da Tanrı veya yaratılış ile ilgili olarak sorduğu soruların tümü hakikatle, hakikat sorgusu ile bağlantılıdır.

Eriugena'nın Periphyseon başlıklı eserinin birinci kitabında, Usta şeylerin en başta ve temel ayrımının "olanlar" ve "olmayanlar" şeklinde söz konusu edilebileceğini ileri sürer . Bu ayrımın zihinlerde tam olarak belirginlik kazanabilmesi için de doğanın bu ayrımı kuşattığını ayrıca belirtir.

Eriugena için Varlık, akıl veya duyular aracılığıyla kavranılan herhangi bir şeydir. Bununla birlikte, akılla veya duyularla algılanamayacak olan türden var olanlar da bulunmaktadır. Bu var olanların en başında da Tanrı gelmektedir.

Ortaçağın neredeyse tamamını etkilemiş olan bu anlayışa göre Tanrı, hiçbir şekilde aklın veya duyuların nesnesi olamaz. Yaratılan aynı zamanda yaratan doğa diyerek ilahi idealardan bahseder.

Bu anlayış, Augustinus gibi bazı filozoflarda esnemiş ve daha yumuşak bir şekilde anlaşılmıştır. Bu anlayışla biçimlenen doğayı Eriugena, Periphyseon'da dörde ayırmaktadır: 
  1. Yaratan ve yaratılmayan doğa (Creat et non Creatur)
  2. Yaratılan ve aynı zamanda yaratan doğa (Creatur et creat)
  3. Yaratılan ve yaratmayan doğa (Creatur et non creat)
  4. Ne yaratan ne de yaratılan doğa. (Nec creat nec creatur)
Bu dört bölümleme aslında temel olarak ikiye indirgenebilir. Bu iki kısmın birinde Tanrı, diğerinde de O'nun yarattıkları yer alır. Nutritor'un ortaya koymuş olduğu ilk bölümlemede açık bir şekilde görülen, bu doğa türünün Tanrı olduğudur. 

Bir yaratıcı olarak Tanrı, her şeyin kendisinden meydana geldiği, dolayısıyla İlk ilke olarak görülen Neden'dir. O'nun ilk bölümlemede en dikkat çekici özelliği bir Yaratan olmasıdır. Daha önce de dile getirildiği gibi "Yaratıcı" özellik felsefeye çok sonraları girmiş bir durumdur. Özellikle Antikçağ felsefesinde "yoktan var etme" yani "yaratma" söz konusu değildi.

Tanrı'yı anlatan birinci ayrımda "yaratan ve yaratılmayan" yer almakla birlikte, gene Tanrı'yı işaret eden dördüncü ayrımda ise "ne yaratan ne de yaratılan" ifadesi göze çarpmaktadır. Buradan anlaşıldığı kadarıyla dördüncü ayrımda Tanrı artık yaratma eyleminden vazgeçmiş gibi durmaktadır.

Eriugena'nın Tanrı ve Yaratılış Anlayışı: Tanrı insanın en üstün özellikleriyle bile kavranamayacak yapıdadır. Yaratıcı olan tanrının ötekilik özelliği vardır. Tanrı nüfuz ve tarif edilemez bir varlıktır.

Tanrı, "zamanda başlangıcı olmayan" ve kendi varoluşu için "nedensiz" bir yapıdadır. Tanrı'nın, kendisinden önce ilişki içinde olduğu herhangi bir varlık söz konusu değildir. Böyle bir varlık olmuş olsaydı Tanrı'nın başlangıcı veya nedeni olurdu; oysa bunun tam tersi geçerlidir.

Tanrı, her şeyin doğasının bizzat yaratıcısıdır ve bu şekliyle de her şeyin Nedeni ve Başlangıcıdır. Bundan dolayıda doğanın ilk ayrımındaki yaratan ve yaratılmayan ile  Tanrı'nın kastedildiği açıktır.

Tanrı, sınırları belli olmayan bir varlıktır. Tam da bundan dolayı tanrı kendi kendisini kavramak veya tanımlamak bakımından yetersizdir. Kendisinin ne olduğunu bilemez; zira kendisi bir "ne" değildir. Herhangi bir var olan belli terimlerle tanımlanan sınırlı bir şeydir. Bilgi dediğimiz şey de bu tarz bir var olanın tanımı veya kavranışıdır. Tanrı, sonsuzluğu, sınırsızlığı nedeniyle bütün bu tarz var olanların ve bilginin üstünde yer aldığından O'nun kendisini bilmesi imkansızdır.

 "ne yaratılmış ne de yaratan doğa": Yaratılmamıştır; zira hiçbir şey tarafından bir etkiye maruz bırakılmamıştır. Yaratmayandır; çünkü her şeyin nihai hedef olarak kendisine döndüğü bir noktada artık herhangi bir yaratma eylemi içinde olması mümkün değildir. Her şey artık bizzat kendi ezeli ve ebedi akılları olan Tanrı'ya dönmüştür ve bu özelliklerinden dolayı da artık kendilerine yaratılmış (veya yaratık) denmekten vazgeçilmiştir.

Eriugena’ya göre bütün varolanlar, kendilerini yaratan Tanrı'dan uzaklaştıkları ölçüde yaratılmışlıklarını daha açık bir şekilde sergilemektedir.

Dördüncü ayrımda, bütün yaratılanlar Tanrı'da bir araya geleceklerinden onların yaratılmışlık özellikleri de ortadan kalkmış olacaktır. Bu durum, güneşin ortaya çıkmasıyla gözden kaybolan yıldızlarınki ile benzerlik taşımaktadır. Sonuç olarak, bu dörtlü doğa ayrımının ilkindeki Tanrı, yaratılanlar açısından bir Başlangıç; dördüncüsü de gene yaratılanlar açısından bir Son olarak düşünülebilir. Her iki durum da, yani Başlangıç ve Son, Tanrı'nın varoluşu bakımından dışarıda bırakıp yarattıklarına yüklediği özelliklerdir. Çünkü O Başlangıçsız ve Nedensizdir.

Eriugena'nın ikinci doğa ayrımı olan "yaratılan ve yaratan" doğa, anlaşılması bakımından diğerlerinden biraz daha güç bir ayrımdır. İlk bakışta burada anlatılmak istenilenin, yaratılmışlığın dan dolayı insan türü olduğunu düşünebiliriz.

Eriugena, doğanın ikinci ayrımı meselesini tartışırken, ilginç bir İncil yorumuna da imza atar. Hıristiyanların Kutsal Kitabı olan İncil'in başında "Başlangıçta söz vardı" ifadesi yer almaktadır.

Eriugena’ya göre Grekçedeki "logos" kelimesini "söz" olarak çevirmek seçeneklerden sadece bir tanesidir. Logos kelimesi aynı zamanda "akıl" veya "neden" anlamlarına da gelmektedir. Dolayısıyla "Başlangıçta akıl vardı" veya "başlangıçta neden vardı" demek de, ilki kadar geçerli olabilecek bir tercih kullanımıdır.

Eriugena, Tanrı'yı yaratılanların varlığı ile özdeşleştirdiği için panteist olmakla suçlanmıştır.

Periphyseon'daki dördüncü ayrıma genel olarak "analiz" adı verilmektedir. Bu süreci en iyi tarif edecek ifade "her şeyin nihai hedefi olarak tanrı vardır"

Analiz sürecini anlatırken Eriugena'nın başvurduçu kavramlardan ikisi Grekçedeki "füsis" (doğa) ve "ousia" (öz) ile  Latincedeki "natura" (doğa) ve "essentia" (öz) kavramlarıdır. Ona göre Grekler sıklıkla ousia için füsis kelimesini,füsis içinde ousia kelimesini kullanmıştır.

Ousianın uygun kullanımındaki anlamı özdür. Bu yüzden ousianın bulunduğu görülür veya görülmez bütün varlıklarda bozulma, çürüme veya azalma söz konusu edilemez.

Füsis kelimesi ise Grekçedeki "füomai" yani "doğuyorum"; "ekiliyorum" yada "meydana getiriliyorum" karşılıklarına sahiptir. Buradan hareketle diyebiliriz ki, kendi akıl sağlığı içinde devamlılık gösteren her varlık bir ousia'dır.

Eriugena’nın insan anlayışı ve insanın evrendeki yeri

Eriugena'ya göre yaratılış kesintisiz bir süreçtir ve bireysel olanın vücut bulmasıyla sonlanır. Bunlardan melekler maddi olmayan, insansa maddi varoluşu sergiler. İnsan hem hayvani hem Tanrısal özellikler taşıyan bir varlıktır; tek ve aynı akılsal ruh ile birleşmiş olan bedenden meydana gelir. Bu birleşmiş yapı harika ve anlaşılabilir bir şekilde ikiye ayrılır. Bunlardan bir tanesinin içinde insan, Yaratıcı (Creator)'nın imgesinde (imago Dei) ve benzerliğinde yaratılır. 

Yaratılış beş parçaya ayrılır: 
  1. bir yaratılan ya bir bedendir
  2. ya bir canlı varlık
  3. ya duyulanabilir varlık
  4. ya akılsal varlık
  5. yada zihinsel varlık.
Bu beş parçanın hepsi de her şekilde insanda bulunur. İnsanın Tanrı'nın simgesinde yaratılan kısmı ise ruhtur. Dünya insan için yaratılmıştır. İnsan Tanrı'nın Zihninde ezeli ebedi bir şekilde biçimlenmiş belli bir zihinsel kavramdır. Tanrı’nın zihninde belirlenmiş olan bir kavrayış olduğu için insan bilginin içine doğmuştur. 

Bilgi, ilahi ve insani olmak üzere ikiye ayrılır. İlahi bilgi, Yaratıcı Bilgelik’te bulunur ve bu bilgi bütün bir yaratılışı için birincil öneme sahiptir. Buna karşılık yaratılmış olan varlıktaki bilgi ikincil öneme sahiptir ve daha yüksek bilginin etkisini sürdüren bir karakteri bulunmaktadır. İçinde yaşadığımız dünya duyularımıza karşılık gelen bir dünyadır. Duyulanabilir nesne, kesin olarak belli bir zaman ve belli bir mekandadır; oluş ve bozuluşa tabidir. 
  1. Papa III. Honorius zamanında özellikle içindeki şu üç madde nedeniyle suçlanmış ve yargılanmıştır.  Her şey Tanrı'dır.
  2. İlahi İdealar yaratılmıştır ve yaratırlar.
  3. Dünyanın sonunda (kıyamette) cinsiyet farkı ortadan kalkacaktır. 
Bu ve benzeri yaklaşımları onun günümüze kadar süren etkisini güçlendiren önemli anlayışlardır.

Ortaçağ Felsefesi - Anselmus ve Abelardus

FELSEFE Ders Notları 2
Ortaçağ Felsefesi
Anselmus ve Abelardus

Anselmus (1033-1109) 

Anselmus Tanrı'nın varlığına ilişkin ontolojik kanıtıyla tanınan Hıristiyan filozoftur. İtalyalıdır ama 1093’den sonra İngiltere’de Canterbury başpiskoposluğu yapmış ve orada ölmüştür.

"İnanmak için, anlamaya çalışıyorum" değil de "Anlamak için inanıyorum" tavrının başlatıcısı olan ve inanç - akıl ilişkisi söz konusu olduğunda, akıl karşısında inanç ya da imana, bilgi karşısında da otoriteye öncelik veren Hıristiyan düşünürdür. Proslogion adlı eserinde Augustinus’un “anlamak için inanıyorum” önermesini almış, inancı akıl ile temellendirmeye çalışmıştır. Anselmus’un bu çabası, skolaztizmin, akıl ile inancı birleştirmeye çalışmasının bir göstergesidir. 

Anselmus, yargıların mutlağı olmalıdır der. Örneğin iyi varsa mutlak iyi de olmalıdır. Varlık varsa mutlak varlık da olmalıdır. Bu düşünce yoluyla Tanrı’nın varlığı ispatlanmış olur. Anselmus’un, bir başka Tanrı kanıtlaması da şöyledir; Tanrı en yetkin varlıktır. Tanrı’nın var olmadığını düşünürsek, bir yanıyla Tanrı eksik kalmış olur. Oysa Tanrı’nın tanımı en yetkin varlık olduğudur. Demek ki Tanrı vardır. Anselmus, Augustinus'un ilk günahın bütün nesiller boyu sürdüğü düşüncesini kabul eder.  

Anselmusun Tanrı kanıtlamasına Ontolojik Tanrı kanıtlaması denir. Tanrı kanıtlamasına Ontolojik Tanrı Kanıtlaması denmesinin nedeni, onun aşırı gerçekçi yaklaşımıdır.

Skolastizmin bu ilk döneminde din ve felsefe uzlaştırılmaya çalışılmıştır. Dinsel kavramlar, akılla açıklanmaya çalışılmış ve bunun için Platon’nun kavram realizmi kullanılmıştır.

Platoncu görüşü benimsiyordu. İnsani bilginin kaynaklarının akıl ve iman olduğunu düşünmekteydi. İman bütün bir insan araştırmasının başlangıcı olmalıdır diyordu. 

Anselmus, Monologion’u kaleme aldıktan sonra Tanrı’nın varoluşunu kanıtlamak için daha basit bir yol olup olmadığını düşünmeye başlar. Bu düşünceleri onu çok basit bir Tanrı kanıtlamasını oluşturmaya yöneltir. Proslogion adlı eserinde okuyucuyu yönlendirirken Tanrı kanıtlamasını inşa edeceği yolu da belirlemiş olmaktadır. Bu kanıtlama, Tanrı sevgisi ve Sezgi aracılığıyla gerçekleşecektir. 

Anselmus Tanrı kanıtlamasında Augustinus'u takip etmiştir. Augustinus Tanrıyı tarif ederken kendisinden daha iyisi düşünülemeyecek olan, Tanrı hem akılda hem gerçeklikte vardır demiştir.  Kanıtlama akılda başlar ve ilahi aydınlanmanın yardımıyla devam etmektedir. 

Gaunilon Anselmusa karşı çıkmıştır. Gerçekliğe ulaşamayız ve Aptal Namına adlı eserinde bunu bir aptal söyleyebilir. Ama Tanrıyı algılayabildiğinden daha fazla algılayamaz demiştir.  

Anselmus buna savunma yapmıştır. Tanrı olmaması düşünülemeyecek olandır, gerçeklikte bununla zorunlu olarak biçimlenir demiştir.  

Anselmus tümeller tartışması çerçevesinde gerçekçi bir filozoftur.  

Tümeller Tartışması: 11YY ve 12YY'da doruk noktasını bulmuş bir problemler yumağıdır. Problemin asıl kaynağı Porphyrios'un Isogoge isimli eseridir. Burda tümel olarak anılan ve Aristotales'in ikincil töz adını verdiği tür ve cinslerin durumunu sorgular. Tümel varmıdır, varsa nerdedir, maddimidir gibi soruları yorumlamıştır. Tümeller tartışmasına en etkili yorumu Boethius getirmiştir. Sonrada Porphyrios getirmiştir. 

Anselmus'un Ahlak Anlayışı: Augustinus gibi hakikatın bir başı ve sonu yoktur, hakikat tanrıyla özdeştir der. Hakikat sadece tanrı tarafından bilinir. Doğruluk irade, düşünce, eylem ve şeylerde söz konusudur. Doğruluk duyunun nesenesi olmadığı için sadece akıl tarafından algılanır.  

De veritate adlı eserinde hakikat, doğruluk, adalet değiş tokuş edilen kavramlardır der. Adalet iradenin doğruluğuyla ilgilidir. İrade düzgünse doğruluk bulunur. İradenin 3 anlamı vardır:  
  1. İsteme gücü ve yetisidir.
  2. İsteme gücünün eğilimi veya etkilenimidir. 
  3. İsteme eylemidir.
İrade her zaman doğruyu tercih etmemiz için kullanılan bir güçtür. Bazan yanlış tercih yaparız bu irade özgür demek değildir. İrade doğruluğun kendisi için doğruluğun devam etme gücüdür. O yüzden bencil olup isteniyor diye yanlışa gidilmemelidir. 

Anselmus’un ahlak anlayışı, büyük ölçüde ilahi dayanakları olan bir anlayış sergilemektedir. Anselmus, Tanrı’nın hüküm sürdüğü insan aklına boyun eğerek özgür bir iradenin gerçekleşebileceğini düşünmektedir. Akıl, zaten en başından itibaren ilahi egemenliği kabul ettiğinden özgürlüğün de ilahi otoriteye uygun bir biçimde ortaya çıkması kaçınılmazdır. Anselmus’a "Skolastisizmin Babası" adı verilmiştir. En yoğun tartışmalarda bile aklın ve düzgün düşünmenin önemini yansıtan bir ciddiyet içinde olmuştur. En büyük özelliği ise Augustinus’tan devraldığı anlayışla inşa ettiği Tanrı kanıtlaması olmuştur.

Abelardus (1079-1142)

Pierre Abelard (Petrus Abelardus) Fransız skolastik düşünürü, tanrıbilimci; dil, diyalektik ve ahlak filozofu. Tümeller sorununa getirdiği çözüm ve diyalektiği özgün kullanım biçimiyle tanınan Fransız ilahiyatçı ve felsefeci. Ayrıca şiirleri ve Heloise ile yaşadığı aşk macerasıyla da ünlüdür.

Abaelardus'un yaşamı üstüne oldukça geniş bilgi vardır. Bunun başlıca nedeni ünlü Historia Calamitatum (Bir Mutsuzluk Öyküsü, 1988) adlı yapıtında kendi yaşamına oldukça geniş yer vermiş olmasıdır. Ailesinin beklentisinin aksine Fransa'da felsefe, özellikle de mantık eğitimine yöneldi. Felsefede karşıt uçları temsil eden öğretmenleri Compiegne'li Roscelin ve Champeaux'lu Guillamue ile sert tartışmalara girişti. Roscelin, tümellerin birtakım sözcüklerden ibaret olduğunu öne süren adcı (nominalist) düşünürlerdendi. Guillaume ise Paris'te tümellerin gerçekten var olduğuna inanan bir tür Platoncu gerçekçiliği savunuyordu. Abaelardus kendi mantık yazılarında bağımsız bir dil felsefesini başarıyla geliştirdi. Sözcüklerin anlamlı bir biçimde nasıl kullanılabileceğini gösterirken, bir yandan da fiziğin alanına giren şey'lerin (res) doğruluğunu kanıtlamakta dilin tek başına yeterli olmayacağını vurguladı.

Dil felsefesi ve mantık  "Tümeller Tartışması" nı başlatmış, mantık konusundaki temel çalışması Logica Ingredientibus (Yeni Başlayanlar İçin Mantık / Porphyrios Üstüne Yorumlar) aracılığıyla özgün bir dil felsefesi ve mantık kuramı geliştirmiştir 

Abelardus da Tanrıbilim, tanrıbilime ilişkin düşüncelerini ise ortak izleklerini tanrıbilimin temel kavramlarından biri olan "üçleme" nin oluşturduğu Theologia Summi Boni (En Yüce İyinin Tanrıbilimi), Introductio ad Theologiam (Tanrıbilime Giriş) ve Theologia Christiana (Hıristiyan Tanrıbilimi) adlı yapıtlarında sunmuştur.

Abelardus temelde her şeyin tikel olduğunu düşünmekteydi. Abelardus’a göre tümellerin şeyler/nesneler olmadıkları açıktır.

Abelardusa göre doğada ikili bir ayrımdan söz edilir.bunlar anlama gücü ve duyulardır.duyular bedeni kullanır fizik nesnelerdir. Akıl ise soyutlama gücünü yerine getirir.bedene gereksinim duymaz.

Abalerdusa göre Aklın oluşturduğu 2 tip davranış vardır der. Birisi bulanık ve geneldir insan gibi. Diğeri bir tikeli işaret eder isim gibidir. Örneğin Sokrates

Abelardus genel kavramların soyutlama aracılığıyla inşa edildiklerini söyler. Soyutlama bir şeyin bir özelliğini görüp diğerlerini görmemesi demektir. Mesela kırmızı elma = yuvarlak tatlı sulu kırmızı. Fakat aklımızdan sadece kırmızı geçerse diğer özelliklerini soyutlamış oluruz.

Abelardus'un Tümel Öğretisi: Porphyrosun sorularını cevaplıyarak şu şekilde özetler:
  1. Cinsler ve türler varmıdır..Abalerdusa göre tümeller kavramlar olarak sadece zihnimizde vardır. Gerçek şeyleri imlerler. 
  2. Tümeller cisimsel midir yoksa cisimsiz midir. Tümeller sözcükler olarak kaldıkları sürece cisimsel ve duyulunabilirler.ancak birbirine benzeyen pek çok bireyseli imleme yetenekleri yüzünden cisimsizdirler.  
  3. Tümeller duyulunabilir şeylerdemi yoksa onların dışındamı vardır. Tümeller duyulunabilir şeylerin formlarını imledikleri sürece şeylerin içinde var olurlar. Ancak somut kavramları imlediklerinde tıpkı ilahi akıldakiler gibi duyulunabilir dünyanın ötesinde yer alırlar. Aristotales ve Platon haklıydı bu durumda. Aristoteles haklıydı çünkü tümellerin duyulanabilir şeylerde bulunduğunu iddia etmiştir. Platon haklıydı çünkü tümellerin duyulanabilen dünyadan bağımsız bir şekilde var olduğunu söylemiştir.  
  4. Bir tümel tarafından imlenen bireysellerin tümü ortadan kalktıysa tümel anlamını devam ettirirmi. Mesela gül yoktur desek gül yok olurmu. Olmaz yoktur demek bile onu konuşturur.
Abelardus hiçbir zaman dine ve dinin temel olgusu olan inanca indirgenemez. Akla değer verişi, bir antik çağ düşünürü kadar akla dayanışı, insanın ancak akıl varlığı olmasıyla ahlak fenomeninin var olacağını öne sürmesi, diyalektiğe verdiği büyük önem bunu bize açıkça göstermektedir. 

En başta günah kavramını ele almıştır. Günahın bireysel yönüne dikkat çekmiştir. Günah: Bilerek ve istiyerek tanrının kendisine ve onun emirlerine karşı helmektir.  

Abelardusa göre eylemlerimizden önce en önemlisi içimizdeki niyettir.niyet eylemden önemlidir. Günah kötü niyetlerden sonra ortaya çıkar.niyetimizin iyimi kötümü olduğu tanrının buyruklarında yazar. 

Abelardusun ahlak öğretisi öznel ahlaktır. Bireysel niyet vardır temelinde.  

Abelardusa göre insan tanrının iradesi hakkında herhangi bir bilgiye sahip değilse ve eylemleride imanın emrettiklerine uygun değilse o zaman bu insanın günah işlemekte olduğunu söyleyemeyiz.

Abelardusa göre tümel sözcüklerin akılda meydana getirdikleri zihinsel imgelerin en genel özellikleri  karmaşık ve genel kavrayışlar olmalarıdır.  

Ortaçağ Felsefesi - Augustinus ve Boethius

FELSEFE Ders Notları 2
Ortaçağ Felsefesi
Augustinus ve Boethius

Orta Çağ, felsefe tarihi açısından son derecede önemli ve zengin içerikli bir dönemdir. 

Zamansal olarak Orta Çağ Felsefesi Augustinus (354-430) ile başlamıştır St. Thomas’lı Iohannes (1589-1644) ile son bulmuştur.

İlki ile ikincisi arasında, felsefi olarak ve ilahiyata dair pek çok benzerlik bulunduğunu söylemek mümkündür. Başka kelimelerle ifade edecek olursak, bu bin yıllık süreçte ele alınan felsefi meseleler, bir miras devralma titizliği içinde irdelenmiştir. 

Felsefe tarihinin belki de en önemli ismi olan Platon M.Ö. 348’de öldü. Onun ölümünden sonra bir süreliğine Aristoteles Yunan felsefesi üzerinde etkili olmuştur. Yunan felsefesinin etkili olduğu ve genellikle pagan düşüncesini resmeden anlayış, yaklaşık olarak üçüncü yüzyılda sona erdi. Platon gibi bir büyük ustanın büyük ölçüde etkisi altında bıraktığı bir dönem, bu sefer onun adıyla anılan ve Plotinos’un kurucusu olduğu düşünülen Yeniplatoncuğa yerini bıraktı. 204 veya 205 yılında Mısır’da, büyük bir olasılıkla Lycopolis’te dünyaya gelen Plotinos’un en önemli kazanımlarından biri, onun Ammonius Saccas’tan dersler almasıdır. Kendisinden sonraki bütün felsefe tarihini derinden etkilemeyi başarmış olan Plotinos, bir taraftan Yunan spekülatif düşüncesini diğer taraftan da Hıristiyanlığın temel ilkelerini biraraya getirmeye çalışmış ve bu alanda ciddi bir başarı elde etmiştir. Yaşadığı Ortadoğu’daki Hıristiyanlığın etkisi altında farklı bir şekilde yeniden biçimlendirilen felsefe, daha önce alışkın olmadığı yeni bir kavramı bütün bir varlık anlayışı içine almıştır. Daha önceleri Yunan felsefesinde yer almayan "yaratılış" (creatio) düşüncesi, Platoncu terminolojinin de yardımıyla ve bu sefer mutlak güç sahibi sıfatıyla Tanrı şeklinde metinlerdeki yerini almaktaydı.  Bu şekilde ortaya çıkan yeni felsefi anlayış, Hıristiyanlığın ciddi ağırlığına karşın gene de temel ilkelerini ve kaygılarını korumayı başarmıştır. Yeni platoncu okul ve onun takipçileri, aynı zamanda ciddi bir şekilde Eski Yunan felsefesini de muhafaza eden bir anlayışı sürdürmekteydiler. Eski Yunanca hala önemini korumakta ve felsefe yapıtları, büyük ölçüde Yunanca yazılmaya devam etmekteydi. Roma’daki filozoflar bile Atina’da Yunanca eğitimi alıyorlar, yapıtlarını Yunanca yazıyorlardı. Eski Yunanca, adeta Yunan felsefesini yaşatan bir damar gibiydi.

Ortaçağ filozofları kendilerini filozof olarak değil ilahiyatçı olarak görmüşlerdir.   

Ortaçağ filozoflarına göre Felsefe dinin hizmetinde bir etkinlikti.

Bununla birlikte, bazı aileler ile ücra köşelerdeki bazı manastır kütüphanelerindeki temel yapıtlar sayesinde eğitim devam edebildi. Bu eğitim sayesinde Augustinus gibi, Boethius gibi isimler ortaya çıktı ve yapıtlarıyla Orta Çağ felsefesini biçimlendirmeye koyuldular. Bunların tümü de Hıristiyandır. İkinci yüzyılda başlayarak hepsi de Hıristiyanlığın imanının akılsallaştırılması için çaba göstermişler ve bu uğurda felsefeyi kullanmışlardır. Başlangıçta felsefeyi bir araç gibi gören bu anlayış, zaman içinde evrilerek felsefenin en temel alanlarındaki önemli başarıları ortaya koyacak denli felsefeyi amaçlaştırmıştır.

Austigunus ve Boethius gibi isimler ortaya çıktı.  

Ortaçağ felsefesi; eski yunan felsefesini modern felsefeye aktarmıştır ve yorum tarzı farklılaştırarak modern felsefeyi üretmişlerdir.  

Descartes modern felsefeyi başlatmıştır ve oda ortağda yetişmiştir. Analitik geometriyi keşfetmiştir.

Türkiyede Ortaçağ Felsefesi çalışmalarını Betül Çotuksöken başlatmıştır. Ona göre Anselmus ve  Augustinus Dercartesin hocaları durumundaydı.

Augustinus (354-430)

Augustinius ya da Aurelius Augustinius, Aziz Augustinius olarak bilinen filozof ve tanrıbilimci.

Temel Eserleri: Civitas Dei (Tanrı Devleti), Confessiones (İtiraflar), Epistolae (Mektuplar)'dır. 

Augustinus retorik konusunda eğitim almıştır. Maniciliğe girmiş, romada felsefe okulu açmıştır. Felsefi bir eser yazmamıştır ama bir çok eserinde dini kaygılarını anlatabilmk için felsefi oluşumlar görülür. Bunların en önemlisi migne baskılı Patrologia Latina'dır. İtiraflar eseri itiraf geleneğinin başlatıcısı olmuş bir denemedir.

Augustinus felsefe anlayışında dinle özdeşleşmek etkindir. Onun için önemli olan insani bilgeliğin doğasına ulaşmaktır. Hakikate duyulan büyük bir arzu vardır. İmanla bilgi arasındaki ilişkiyi gözler önüne serer. İnsan önce inanmalı sonra bilmeli der. (inanmadıkça anlamayacaksın) Aklı terbiye eden imandır der. Tanrı hakikatın kendisidir ve değişmez bir varoluştur.

Manicilik: Manes ve Mani tarafından 3.YY'da kurulmuş olan bir inanç sistemidir. Hristiyanlığın bazı sistemlerinin uzlaşımına dayalıdır. Maniciliğe göre evrende 2 güç hüküm sürer. (iyi ilke - ışık) ve  Abriman (kötü ilke - karanlık) hüküm sürmektedir. İkici (Düalist) bir görünüm sergiler.

Augustinus’un  Varlık ve Bilgi Anlayışı
  • Tanrı ruhsal ışıktır.bütün insanları aydınlatır.  
  • Tanrı tarafından aydınlatılmış bir anlaşılabilir hakikat dünyası vardır.  
  • İlahi aydınlanmada bu hakikat dünyasını bilen akıllar vardır.     
Augustinus Tanrıyı düşüncesinin merkezinde tutar. Diğer oluşlarda merkezin etrafındadır. İnsan ruh ve bedenden meydana gelir. Ruh tinsel özellikleri olan bir tözdür. Yani ölümsüzdür.        

Platonda da dünya güzeldi demiorgos  ilkeleriyle  eylemler gerçekleştiriliyordu. Augustinusta da dünya güzeldir.Çünkü tanrının iyiliği ile yapılmıştır. İnsan akılsal ruh ve güzellikle iyinin peşinden gitmek zorundadır. En güzel tanrıdır ve onun yansıtmasıyla en önemli kavram sevgidir. Bu etik kavramını oluşturur. Tanrı Devleti (De Civitate Dei) adlı eseri toplum ve devlet felsefelerine yön vermiş bir eserdir.

Augustinus’un felsefesinde sevginin, özellikle de Tanrı sevgisinin önemi büyüktür. Sevgi insanları bir araya getiren ve Tanrı’yla kaynaştıran önemli bir özelliktir. Augustinus’un felsefesinde iki farklı türden sevgi bulunmaktadır. Bunlardan ilki, Tanrı sevgisi, diğeri de Kendini sevmek veya Dünya sevgisi. Bu sevgileri içinde barındıran farklı karakterdeki insanlar, doğal olarak birbirinden farklı iki toplum inşa etmektedirler.

Tanrı’ya sevgi duyan insanlar Tanrı Devletini, içleri dünya sevgisiyle dolu olanlar da Dünya Devleti’ni meydana getireceklerdir Tanrı Devleti adlı eser, bu iki devletin hikayesidir.

Toplumsal düzeni ilahi buyruklarla düzenleme çabası içinde olan Augustinus, Tanrı sevgisiyle dolu insanların oluşturduğu toplumun başında İsa’nın yer aldığını söylemektedir. Bu toplumda sadece insanlar değil; fakat aynı zamanda melekler de bulunmaktadır. Bu toplumun üyeleri sonsuza değin cennette mutluluk içinde yer alacaklardır.

Kendini veya dünyayı seven insanların kurduğu topluluk ise, zebanilerle birlikte cehennemde sonsuzca devam edecek bir cezaya maruz kalacaklardır. Bunlar elbette öbür dünyada söz konusu edilecek iki farklı toplumdur. Bu dünyada, bu iki farklı toplumun bireyleri birbirleriyle karışmış durumdadırlar. Bununla birlikte, içinde Tanrı sevgisi olan insanların kendilerini diğerlerinden ayrı tutmaları ve Tanrı Devleti’ni hak edecek bir yaşam sürmeleri gerekmektedir. Böyle bir yaşamın esaslarını da belirleyen, Tanrı’nın ilahi yasası olmaktadır. Bu yasanın farkında olanların önderliğinde insanlar, Tanrı Devleti’ne erişmek adına çaba göstereceklerdir. Bu hayattaki önderlerin, devlette kral, ailede de erkek olduğunu söyleyen Augustinus’un bu eseri büyük bir etki yaratmıştır.

Augustinus’a göre Tanrı hakikatin bizzat kendisidir. Hakikatin aklımızda ancak keşfedilir bir niteliğinin olması, Tanrı’nın da içimizde bulunduğunu göstermektedir. Bununla birlikte Tanrı bizi aşan bir varlık olduğundan O, aynı zamanda doğru düşünmenin yollarını göstermekte, bizi ve akıllarımızı yönetmektedir. Augustinus’un Tanrı’sı Platon’un İdeası ile büyük benzerlikler taşımaktadır. Bu dünyadaki varolanların değişime tabi olmaları, onların varolmaları için bir nedeni zorunlu kılar ve bu da Tanrı’dır. Ona göre tanrı, bütünüyle aşkın ve ölümsüz yapıdır. Bu yapısından dolayı Tanrı’nın durağan bir bilgelik sahibi olduğunu ve böylelikle bütün bir yaşamı düzene soktuğunu ileri süren Augustinus’a göre Tanrı’nın en gerçek özü O’nun sonsuzca varoluşudur. Tanrı’nın dışındaki her şey O’nun tarafından yaratılmıştır.  

Boethius (480-524)

Romalı filozof. Tam adı Anicius Manlius Severinus Boethius'tur.

Eski bir Roma consulu olan babasını küçük yaşta yitirdiğinde önemli bir devlet adamı ve aile dostu olan Quintus Aurelius Memmius Symmachus tarafından evlat edinilmesi onun çocukluktan itibaren çok iyi bir eğitim almasına ve devlet kademelerinde hızla yükselmesine de olanak sağlamıştır. Boethius, ailesinin soylu adı ve iyi eğitimi sayesinde dönemin kralı Teodoricus Magnus'un (Büyük Theodoricus) güvenini kazanmakta gecikmemiştir. İS 510 yılında, yaklaşık otuz yaşındayken Roma'da consul seçilmiş, 520 yılında kral tarafından Magister Officiorum olarak ayrıcalıklı ve onurlu bir göreve atanmıştır.

Albinus'u savununca suçlanmış ve idam edilmiştir; Suçlamanın nedeni, Albinus'un Doğu Roma İmparator'unun çevresindekilere Theodoricus'un küçük düşürücü ifadeler kullanmış olmasıydı. Onu suçlayanlar arasında özel danışmanı Cyprianus başı çekiyordu. Albinius suçlamaları reddetse de İmparator karşı tarafa gönülden inanmıştı. Bu olaylar sonucunda Boethius, İmparator'un huzuruna çıkıp Albinius'u Cyprianus'a karşı savunmuş ve Roma'nın değerli bir senatoru olan Albinus'un bu suçu işlemiş olması durumunda, kendisinin ve Senatus'un bu suça iştirak etmiş sayılacaklarını, bunun ise asla mümkün olamayacağını belirtmiştir. Bu art niyetsiz söylemin Theodoracis tarafından dürüst bir açıklama olarak algılanması beklenirken, o, tamamen aksine Boethius'un sözlerini yanlış yorumladı ve böylece Boethius'un sonunu hazırlayan süreç başlamış oldu.
  • Grekçeden çeviriler yapmıştır. 
  • En önemli eseri Felsefe'nin Tesellisi adıyla Türkçeye çevrilmiş Consolatio Philosophiae'dir.
  • Felsefenin görüntüsünü ve sınıflarını anlatmıştır.
  • Ona göre Felsefe mükemmeldir. Felsefenin doğasını aşan bir karakteri vardır. Felsefe zaman dışı bir etkinliktir. Felsefe bozulmaya uygun bir yapıda değildirr.
  • Boethius felsefe tarihinde Quadrivium'u düşünme pratiğine sokan isimdir. Quadrivium 4 matematik biliminin üst adıdır. Boethius sadece felsefeyi değil, fakat aynı zamanda bilimleride sınıflandırmış bunuda 2 farklı biçimde gerçekleştirmeye  çalışmıştır.        
  • Felsefe bütün bilimlerin anasıdır. Bilginin,bütün bilginin başlangıç noktası ve kaynağı olarak görülmektedir.Bilimler nesnelere göre farklılık taşır.       
  • Boethius prepatetik bilim sınıflandırmasında mantığa yer vermez. Mantık her bilim için olması gerekendir der. Ama stoavari bilim sınıflandırmasında  mantık felsefenin ve bilimin bir dalıdır der. Ona göre gramer ve retorikte mantık gibi bilimde kullanılmalıdır.        
  • Trivium: Mantık, retorik ve gramerin meydana getirdiği bilim topluluğuna denir.       
  • Quadrivium: Aritmetik, Geometri, Astronomi ve Müzikten oluşan topluluğa denir. Astronomi dışında hepsi hakkında çalışmalar kaleme almıştır.
Boethius'a göre Felsefe 

Boethius’un en önemli eseri Felsefe'nin Tesellisi adıyla Türkçeye çevrilmiş Consolatio Philosophiae'dir. Boethius bu eserinde bütün bir felsefe tarihi ve filozoflar için çok meşhur olan bir felsefe alegorisine yer vermektedir. Eser, edebi değeri yüksek bir çalışmadır. Başına gelenlerden dolayı hapsedilmiştir ve çaresizlik içinde kıvranmaktadır. Kaderinin kendisini taşıdığı yer hiç de iç açıcı değildir ve Boethius büyük bir kederle uğraşmaktayken birden çevresini şiir musaları sarar. Kendisine gelen bu ilham perilerinin yardımıyla büyük eserini yazmaya başlar. Bu arada gözlerinin önünde bir görüntü belirir. Felsefe, bir hanımefendi kılığında karşısındadır (Latincede "philosophia, -ae" kelimesi dişil karakterli olduğundan felsefenin bir hanımefendi kılığında görünmesi kadar doğal bir durum olamazdı.). Boethius, gözlerinin önündeki bu görüntünün ayrıntılarını satırlara aktararak, felsefenin özelliklerini ve sınıflarını anlatmak yolunu tercih etmiştir.

Boethius, felsefe tarihinde, quadrivium’u düşünme pratiğimize sokan isimdir. Bilindiği gibi quadrivium dört matematik biliminin üst adıdır. Burada yer alan müzik de o dönemde matematik ile bir şekilde ilgisi kurulan bir sanat dalıydı. Felsefe ve ayrımları, aslında Boethius’un belli türden bir kaygısı sonucunda gelişmiştir. Boethius sadece felsefeyi değil; fakat aynı zamanda bilimleri de sınırlandırmış ve bunu da iki farklı biçimde gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bunlardan ilk bölümlendirmeye peripatetik bölümlendirme de demek mümkündür. Bu bölümlendirme, felsefenin en başta ikiye ayrılmasını gerektirir. Felsefe "teorik" ve "pratik" felsefe olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Pratik felsefe de kendi içinde üç bölümde ortaya çıkar: Etik, Ekonomi ve Siyaset. Teorik felsefenin de üç alt kısmı bulunmaktadır: Doğa Felsefesi yani Fizik, Matematik ve İlahiyat. Buradaki ilahiyat, Kutsal Kitap’taki sorunları ve anlatıları kendisine konu edinen türden bir etkinlik değil; fakat Aristotelesçi anlamda bir ilahiyattır. Bu tür ilahiyat hakkındaki en temel görüşler Aristoteles’in Metafizik adlı eserinde yer almaktadır. Matematik, kendi içinde tekrar ikiye ayrılır: Çokluk ve Büyüklük. Çokluk’un altında Mutlak Matematik ve Göreli Müzik bulunur. Göreli müziğin üç türü vardır, bunlar: Enstrümental, İnsani ve Kozmik olarak sıralanmaktadır. Büyüklük, Sabit Geometri ve Hareketli Astronomi olarak iki kısımda göz önünde bulundurulur.

Boethius’un, çeşitli çalışmalarında kaleme aldığı bir diğer sınıflandırma ise Stoavari sınıflandırmadır. Burada felsefe üç kısımda değerlendirilmektedir: Mantık, Etik ve Fizik.

"Felsefe, bütün bilimlerin anasıdır." anlayışı, yukarıdaki ayrımlandırmalarda açıkça göze çarpmaktadır. Felsefe, bilginin, bütün bilginin başlangıç noktası ve kaynağı olarak görülmektedir 

Boethius, Aristoteles’in anlayışını takip ve kabul ederek, bilimlerin nesnelerine göre farklılıklar taşıdıklarını görmüştür. Buradaki nesneden anlamamız gereken formdur. Bu formlar, madde ile olan ilişkilerindeki yakınlık ve uzaklığa göre bilimleri belli bir yere koymamıza neden olurlar. 
  • Boethius'un en temel amaçlarından biri Platon ile Aristoteles'i uzlaştırmaktır.       
  • Ona göre Tanrı salt formdur. Aristotales metafizikte bu kelimeyi kullanmıştır yanı Boethius ondan yardım almıştır bu konuda. 
  • Tanrı ile varolanlar arasındaki en büyük ayrımın varlık (esse) ve öz arasındaki ayrım olduğunu düşünmektedir.       
  • Hakikat ruhun içinde bulunur. Araştıran ruhuna bakmalıdır.        
  • İnsan aklı boş levhadır diye düşünmek imkansızdır.(tabula rasa)       
  • Kavramlarımızın oluşmasında duyularımızın ürettiklerinden soyutlanan herhangi bir içerik olmadığını söylemek mümkündür. Kavramlarımız doğuştan hayatımızda biçimlenmiş şeylerdir.        
  • Boethius un bilgi anlayışı Platoncudur.       
Tümeller Tartışması : Ortaçağın en önemli problemlerinden biridir. Cinsler ve Türler hakkında 3 soru sorulur.  
  1. Cinsler ve Türler gerçektende doğadamı varolurlar yoksa bunlar saf şekilde  zihinsel oluşumlarmıdır.
  2. Eğer bunlar gerçeklikler ise maddimidirler yoksa değilmidirler.  
  3. Duyulabilir şeylerden ayrımı varolurlar. Yoksa bunların içindemidirler. 
İnsanların içinde yaşadıkları düzlemde en yüksek yetiye akıl (ratio) denmektedir. Bu bireylerdeki tümel yapıyı, kavrama anlama ve temaşa etme yeteneğine sahiptir. Anlama yetisi ilahi bir yetidir. Tümel olanın özelliklerini aşarak saf formun içeriğini kavrarlar.

Aklın altında imgelem ve duyu yer almaktadır. 

İmgelem maddi olmayan insan biçimini ifade eder. Duyu maddi görünüm içindeki kılıkla ilgilenmektedir. İnsan ruhu bedensel olanla sınırlandırılmış bir yapıdır. Ancak aklın sınırları içinde kalan bir etkinlik sergileyebilirler.

Klasik Sosyolojide Temel Yaklaşımlar: Emile DURKHEIM

FELSEFE Ders Notları 2
Klasik Sosyoloji Tarihi
Klasik Sosyolojide Temel Yaklaşımlar: Emile DURKHEIM

Durkheim çalışmalarında kendisinden önce gelen sosyologlardan daha fazla sosyolojinin bir bilim dalı olarak sınırlarının ne olduğu ve onun kapsamına giren olguların hangi yöntemle incelenmesi gerektiğine ağırlık vermiştir. Sosyolojinin en önemli kurucularından birisi olarak kabul edilen Durkheim işlevselci (fonksiyonalist) olarak adlandırılan bir toplum modeli benimsemiş ve bu açıdan modern sosyolojinin en önemli yaklaşımlarından yapısal işlevselciliğin gelişiminde önemli bir rol oynamıştır.

Durkheim toplumu bir bütünü oluşturmak amacıyla farklı işlevler üstlenmiş parçalardan oluşan biyolojik bir organizmaya benzetirken bu toplumun onu oluşturan bireylere indirgenemeyecek nitelikte bağımsız, bireylerin üzerinde (yani bireylerden daha önemli) bir gerçekliği olduğunu düşünür ve savunur. Bu toplumun bireyler üzerinde kolektif nitelikteki toplumsal olgular (gerçeklikler) aracılığıyla yaptırım gücüne sahip ve yine bireyleri üzerinde baskıcı ve sınırlandırıcı olduğunu vurgular ve bu nedenle toplumsal olguları sosyolojinin bir çalışma nesnesi olarak tanımlar.

Durkheim, biyolojik benzeşmeye dayalı olarak parçaları arasında işlevsel karşılıklılık temelinde işbirliğinin ver olduğu uyumcu bir toplum modeli ve buna uygun pozitif yöntem benimser.

Durkheim’e göre sosyolojinin çalışma konusu toplumsal olgulardır. Toplumsal olgular bireyin bilinçleri dışında var olan, kendine özgü bağımsız bir gerçekliğe sahip ve kendilerini bireye zorla kabul ettiren olgulardır. Örneğin ahlaki kurallar bize dışsal ve bizi kısıtlayan bir toplumsal olgudur ancak birey onu içselleştirdiği ölçüde davranışına yön verir. 

Maddi toplumsal olgular, toplum, toplumun yapısal bileşenleri (kilise, devlet) ve toplumun morfolojik (nüfus, dağılımı, yerleşim düzeni) bileşenlerdir.

Maddi olmayan toplumsal olgular, ahlak, kolektif bilinç, kolektif temsiller ev kolektif eğilimleri içer­mektedir.

Bir toplumsal olgunun nedenleri yine başka toplumsal olgularda aranmalı ve nedensel olarak açıklanmalıdır. Toplumsal olgular toplumun ihtiyaçlarının karşılanması açısından sahip oldukları işlevler açısından da araştırılmalıdır. 

Toplumsal olgular toplumun sürekliliğinin sağlanması açısından sahip oldukları işlevlere göre nor­mal ve patolojik olgular olarak ikiye ayrılır.  

Durkheim’e göre, bir toplumsal olgu ele alınırken peşin hükümlerden kopmalı ve olgu mutlaka tanımlanmalıdır. 

Anomi: Durkheim sosyolojisinde toplumsal hayatı mümkün kılan ve bireylere rehberlik eden kolektif ni­telikteki merkezi değerler sisteminde özellikle ani toplumsal değişmelere bağlı olarak ortaya çıkan belirsizlik ya da kuralsızlık durumunun genel olarak tanımlamada kullanılan bir kavramdır.

Durkheim toplumların evrimini, birey toplum ilişkisini ve toplumdaki düşünce birliğini (konsensüs) olgusu temelinde açıklamaktadır.

İş bölümü, farklı ama bir bütün içindeki faaliyetleri yerine getiren kişi ya da grupları koordine etmeyi sağlayan, istikrarlı bir düzenlemesi ifade eder. İşbölümünün gerçek işlevi, iki ya da daha çok insan arasındaki bir dayanışma duygusunu yaratmak­tadır.

Durkheim, toplumsal evrimi işbölümü olgusu temelinde açıklamaktadır. Toplumların evrimsel sü­reci içinde işbölümüne bağlı olarak gelişen ideal tipte iki tür toplumsal yapıdan söz etmektedir. Birincisi mekanik dayanışmacı, İkincisi ise organik dayanışmacı toplum tipidir. İşbölümünde meydana gelen değişimler toplumsal yapıda oldukça kapsamlı değişikliklere ve sonuçlara neden olmaktadır. Ortaya çıkan bu sonuçlar, aslında mekanik ve organik dayanışma arasındaki farklılıkları ifade etmektedir.

Mekanik Dayanışma: Benzeşmeye dayalı basit işbölümünün olduğu geleneksel toplumlarda görülen toplumsal düzen ve dayanışma tipini tanımlamada kullanılan kavramdır.

Organik Dayanışma: Farklılaşmaya dayalı karmaşık bir işbölümü ve uzmanlaşmanın olduğu modern toplumlarda görülen toplumsal düzen ve dayanışma tipini tanımlanmada kullanılan kavramdır.

Kollektif Bilinç: Bir toplumda oluşan ortak inanç ve duygulardır. Mekanik dayanışmaya dayalı toplumlarda güçlü olan kolektif (ortak) bilinç, organik dayanışmalı top­lumlarda daha az önemlidir,

Organik dayanışmalı toplumlarda uygulanan hukuk onarıcı veya iade edici hukuktur.

Mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya geçişi sağlayan nedensel etken maddi bir toplumsal olgu olan dinamik yoğunluktur.

Dinamik Yoğunluk: Bir toplumdaki insan sayısının ve insanlar arası etkileşim miktarını ifade etmekte­dir. Durkheim’in kavramsal çerçevesi içinde özellikle kolektif bilinç, kolektif temsiller ve toplumsal eği­limler gibi maddi nitelikte olmayan toplumsal olgular, intihar üzerinde önemli bir etkiye sahiptirler. Kolektif bilincin bir toplumun ortalama üyelerinin ortak inanç ve duyguları olduğunu hatırlayalım.

Kolektif Temsiller: Kolektif bilincin özel durumlarını ifade etmektedir. Modern toplumda kolektif temsiller olarak aile, mes­lek, eğitim, devlet ve din gibi kurumların norm ve değerlerini düşünebiliriz. Kolektif bilinç daha kapsamlı iken kolektif temsiller bunun bir alt tabakasıdır. Toplumsal eğilimler de birey üzerinde etkiye sahip olan toplumsal olgulardır.

Belirli bir formdan yoksun, net olmayan toplumsal eğilimlere “kalabalık içindeki tutku­lar, kızgınlıklar ve merhamet ile ilişkili hareketler” örnek olarak verilmektedir. Farklı ortaklıklar farklı kolektif bilince ve farklı kolektif temsillere sahiptirler. Bunlar intihar eğilimleri üzerinde farklılık yaratıcı toplumsal eğilimlere sahiptirler.

İntihar: Ölen kişi tarafından, ölümle sonuçlanacağı bilinerek yapılan olumlu ya da olumsuz bir hareke­tin doğrudan ya da dolaylı sonucu olan her ölüm olayına denir. İntihar, Durkheim’a göre, toplumsal dayanışmanın çok yüksek veya düşük olduğu yerlerde bağımlılık ve özerklik ilişkilerindeki dengesizliğin bir sonuç olarak ortaya çıkmaktadır.

Durkheim’a göre intihar tipleri, dört gruba ayrılır:
  1. Bencil intihar, bireyin toplumla bütünleşmediği gruplarda ve toplumlarda görülür.
  2. Anomik intihar, toplumun ahlaki yapısının birey üzerindeki gücünü kaybettiği durumlarda ortaya çıkar.
  3. Özgeci intihar, toplumsal bütünleşmenin fazla olduğu durumlarda görülür.
  4. Kaderci intihar, bireylerin grubun yoğun baskısı altında yaşadığı ve kader olarak algıladıkları bu du­rum karşısında kendilerini tamamen çaresiz hissettikleri durumlarda görülür.
Durkheim’a göre tüm dinlerin kaynağı toplumdur.

Her toplum bazı olguları kutsal, bazılarını ise kutsal olmayan olgular olarak tanımlayarak dini yara­tır. Durkheim’e göre, dinin gelişimi önce kutsalın belirlenmesini, sonra kutsal olanla ilgili inançların örgüt­lenmesini ve son olarak da, inançlara bağlı olarak ortaya çıkan ayin ve uygulamaları gerektirir.

Durkheim, din hakkındaki fikirlerini Avustralyalı Arunta kabilesindeki totemizm üzerine yaptığı incele­melere dayandırmaktadır. Totemizm özellikle hayvanların ve bitkilerin kutsal sayıldığı ve klanın amblemleri olarak alındığı bir din sistemidir. Yani totemizm çevredeki özel şeylere, hayvanlara, bitkilere, özel yerlere ve nesnelere - tapmayı ve bu şeylerin dinsel ayinlerde kullanılan temsillerini yapmayı gerektirir. Ona göre totemizm en ilkel ve en basit din biçimidir ve kaynağı bitki veya hayvanlar değildir. Bitki ve hayvanlar sade­ce bu kaynağı temsil etmektedirler.

Totemizm: Çevredeki özel şeylere (hayvanlara, bitkilere, özel yerlere, nesneler) tapmayı ve bu şeylerin dinsel ayinlerde kullanılan temsillerini yapmayı gerektirir. Totemizm kolektif bilincin / vicdanın sembolik bir temsildir ve bu kolektif bilincin kaynağı toplumdur.

1 Eylül 2014 Pazartesi

Eylem ve Vicdan

"Eylem ve vicdan genellikle uyuşmazlar. Eylem, ağaçtan ham meyveleri toplamak isterken, vicdan onları gereğinden çok olgunlaşmaya bırakır, ta ki yere dökülüp ezilinceye kadar."



Copyright 2013-2017 | İbrahim BAYRAKTAR /dev/null Web Günlüğü