2 Eylül 2014 Salı

Ortaçağ Felsefesi - Augustinus ve Boethius

FELSEFE Ders Notları 2
Ortaçağ Felsefesi
Augustinus ve Boethius

Orta Çağ, felsefe tarihi açısından son derecede önemli ve zengin içerikli bir dönemdir. 

Zamansal olarak Orta Çağ Felsefesi Augustinus (354-430) ile başlamıştır St. Thomas’lı Iohannes (1589-1644) ile son bulmuştur.

İlki ile ikincisi arasında, felsefi olarak ve ilahiyata dair pek çok benzerlik bulunduğunu söylemek mümkündür. Başka kelimelerle ifade edecek olursak, bu bin yıllık süreçte ele alınan felsefi meseleler, bir miras devralma titizliği içinde irdelenmiştir. 

Felsefe tarihinin belki de en önemli ismi olan Platon M.Ö. 348’de öldü. Onun ölümünden sonra bir süreliğine Aristoteles Yunan felsefesi üzerinde etkili olmuştur. Yunan felsefesinin etkili olduğu ve genellikle pagan düşüncesini resmeden anlayış, yaklaşık olarak üçüncü yüzyılda sona erdi. Platon gibi bir büyük ustanın büyük ölçüde etkisi altında bıraktığı bir dönem, bu sefer onun adıyla anılan ve Plotinos’un kurucusu olduğu düşünülen Yeniplatoncuğa yerini bıraktı. 204 veya 205 yılında Mısır’da, büyük bir olasılıkla Lycopolis’te dünyaya gelen Plotinos’un en önemli kazanımlarından biri, onun Ammonius Saccas’tan dersler almasıdır. Kendisinden sonraki bütün felsefe tarihini derinden etkilemeyi başarmış olan Plotinos, bir taraftan Yunan spekülatif düşüncesini diğer taraftan da Hıristiyanlığın temel ilkelerini biraraya getirmeye çalışmış ve bu alanda ciddi bir başarı elde etmiştir. Yaşadığı Ortadoğu’daki Hıristiyanlığın etkisi altında farklı bir şekilde yeniden biçimlendirilen felsefe, daha önce alışkın olmadığı yeni bir kavramı bütün bir varlık anlayışı içine almıştır. Daha önceleri Yunan felsefesinde yer almayan "yaratılış" (creatio) düşüncesi, Platoncu terminolojinin de yardımıyla ve bu sefer mutlak güç sahibi sıfatıyla Tanrı şeklinde metinlerdeki yerini almaktaydı.  Bu şekilde ortaya çıkan yeni felsefi anlayış, Hıristiyanlığın ciddi ağırlığına karşın gene de temel ilkelerini ve kaygılarını korumayı başarmıştır. Yeni platoncu okul ve onun takipçileri, aynı zamanda ciddi bir şekilde Eski Yunan felsefesini de muhafaza eden bir anlayışı sürdürmekteydiler. Eski Yunanca hala önemini korumakta ve felsefe yapıtları, büyük ölçüde Yunanca yazılmaya devam etmekteydi. Roma’daki filozoflar bile Atina’da Yunanca eğitimi alıyorlar, yapıtlarını Yunanca yazıyorlardı. Eski Yunanca, adeta Yunan felsefesini yaşatan bir damar gibiydi.

Ortaçağ filozofları kendilerini filozof olarak değil ilahiyatçı olarak görmüşlerdir.   

Ortaçağ filozoflarına göre Felsefe dinin hizmetinde bir etkinlikti.

Bununla birlikte, bazı aileler ile ücra köşelerdeki bazı manastır kütüphanelerindeki temel yapıtlar sayesinde eğitim devam edebildi. Bu eğitim sayesinde Augustinus gibi, Boethius gibi isimler ortaya çıktı ve yapıtlarıyla Orta Çağ felsefesini biçimlendirmeye koyuldular. Bunların tümü de Hıristiyandır. İkinci yüzyılda başlayarak hepsi de Hıristiyanlığın imanının akılsallaştırılması için çaba göstermişler ve bu uğurda felsefeyi kullanmışlardır. Başlangıçta felsefeyi bir araç gibi gören bu anlayış, zaman içinde evrilerek felsefenin en temel alanlarındaki önemli başarıları ortaya koyacak denli felsefeyi amaçlaştırmıştır.

Austigunus ve Boethius gibi isimler ortaya çıktı.  

Ortaçağ felsefesi; eski yunan felsefesini modern felsefeye aktarmıştır ve yorum tarzı farklılaştırarak modern felsefeyi üretmişlerdir.  

Descartes modern felsefeyi başlatmıştır ve oda ortağda yetişmiştir. Analitik geometriyi keşfetmiştir.

Türkiyede Ortaçağ Felsefesi çalışmalarını Betül Çotuksöken başlatmıştır. Ona göre Anselmus ve  Augustinus Dercartesin hocaları durumundaydı.

Augustinus (354-430)

Augustinius ya da Aurelius Augustinius, Aziz Augustinius olarak bilinen filozof ve tanrıbilimci.

Temel Eserleri: Civitas Dei (Tanrı Devleti), Confessiones (İtiraflar), Epistolae (Mektuplar)'dır. 

Augustinus retorik konusunda eğitim almıştır. Maniciliğe girmiş, romada felsefe okulu açmıştır. Felsefi bir eser yazmamıştır ama bir çok eserinde dini kaygılarını anlatabilmk için felsefi oluşumlar görülür. Bunların en önemlisi migne baskılı Patrologia Latina'dır. İtiraflar eseri itiraf geleneğinin başlatıcısı olmuş bir denemedir.

Augustinus felsefe anlayışında dinle özdeşleşmek etkindir. Onun için önemli olan insani bilgeliğin doğasına ulaşmaktır. Hakikate duyulan büyük bir arzu vardır. İmanla bilgi arasındaki ilişkiyi gözler önüne serer. İnsan önce inanmalı sonra bilmeli der. (inanmadıkça anlamayacaksın) Aklı terbiye eden imandır der. Tanrı hakikatın kendisidir ve değişmez bir varoluştur.

Manicilik: Manes ve Mani tarafından 3.YY'da kurulmuş olan bir inanç sistemidir. Hristiyanlığın bazı sistemlerinin uzlaşımına dayalıdır. Maniciliğe göre evrende 2 güç hüküm sürer. (iyi ilke - ışık) ve  Abriman (kötü ilke - karanlık) hüküm sürmektedir. İkici (Düalist) bir görünüm sergiler.

Augustinus’un  Varlık ve Bilgi Anlayışı
  • Tanrı ruhsal ışıktır.bütün insanları aydınlatır.  
  • Tanrı tarafından aydınlatılmış bir anlaşılabilir hakikat dünyası vardır.  
  • İlahi aydınlanmada bu hakikat dünyasını bilen akıllar vardır.     
Augustinus Tanrıyı düşüncesinin merkezinde tutar. Diğer oluşlarda merkezin etrafındadır. İnsan ruh ve bedenden meydana gelir. Ruh tinsel özellikleri olan bir tözdür. Yani ölümsüzdür.        

Platonda da dünya güzeldi demiorgos  ilkeleriyle  eylemler gerçekleştiriliyordu. Augustinusta da dünya güzeldir.Çünkü tanrının iyiliği ile yapılmıştır. İnsan akılsal ruh ve güzellikle iyinin peşinden gitmek zorundadır. En güzel tanrıdır ve onun yansıtmasıyla en önemli kavram sevgidir. Bu etik kavramını oluşturur. Tanrı Devleti (De Civitate Dei) adlı eseri toplum ve devlet felsefelerine yön vermiş bir eserdir.

Augustinus’un felsefesinde sevginin, özellikle de Tanrı sevgisinin önemi büyüktür. Sevgi insanları bir araya getiren ve Tanrı’yla kaynaştıran önemli bir özelliktir. Augustinus’un felsefesinde iki farklı türden sevgi bulunmaktadır. Bunlardan ilki, Tanrı sevgisi, diğeri de Kendini sevmek veya Dünya sevgisi. Bu sevgileri içinde barındıran farklı karakterdeki insanlar, doğal olarak birbirinden farklı iki toplum inşa etmektedirler.

Tanrı’ya sevgi duyan insanlar Tanrı Devletini, içleri dünya sevgisiyle dolu olanlar da Dünya Devleti’ni meydana getireceklerdir Tanrı Devleti adlı eser, bu iki devletin hikayesidir.

Toplumsal düzeni ilahi buyruklarla düzenleme çabası içinde olan Augustinus, Tanrı sevgisiyle dolu insanların oluşturduğu toplumun başında İsa’nın yer aldığını söylemektedir. Bu toplumda sadece insanlar değil; fakat aynı zamanda melekler de bulunmaktadır. Bu toplumun üyeleri sonsuza değin cennette mutluluk içinde yer alacaklardır.

Kendini veya dünyayı seven insanların kurduğu topluluk ise, zebanilerle birlikte cehennemde sonsuzca devam edecek bir cezaya maruz kalacaklardır. Bunlar elbette öbür dünyada söz konusu edilecek iki farklı toplumdur. Bu dünyada, bu iki farklı toplumun bireyleri birbirleriyle karışmış durumdadırlar. Bununla birlikte, içinde Tanrı sevgisi olan insanların kendilerini diğerlerinden ayrı tutmaları ve Tanrı Devleti’ni hak edecek bir yaşam sürmeleri gerekmektedir. Böyle bir yaşamın esaslarını da belirleyen, Tanrı’nın ilahi yasası olmaktadır. Bu yasanın farkında olanların önderliğinde insanlar, Tanrı Devleti’ne erişmek adına çaba göstereceklerdir. Bu hayattaki önderlerin, devlette kral, ailede de erkek olduğunu söyleyen Augustinus’un bu eseri büyük bir etki yaratmıştır.

Augustinus’a göre Tanrı hakikatin bizzat kendisidir. Hakikatin aklımızda ancak keşfedilir bir niteliğinin olması, Tanrı’nın da içimizde bulunduğunu göstermektedir. Bununla birlikte Tanrı bizi aşan bir varlık olduğundan O, aynı zamanda doğru düşünmenin yollarını göstermekte, bizi ve akıllarımızı yönetmektedir. Augustinus’un Tanrı’sı Platon’un İdeası ile büyük benzerlikler taşımaktadır. Bu dünyadaki varolanların değişime tabi olmaları, onların varolmaları için bir nedeni zorunlu kılar ve bu da Tanrı’dır. Ona göre tanrı, bütünüyle aşkın ve ölümsüz yapıdır. Bu yapısından dolayı Tanrı’nın durağan bir bilgelik sahibi olduğunu ve böylelikle bütün bir yaşamı düzene soktuğunu ileri süren Augustinus’a göre Tanrı’nın en gerçek özü O’nun sonsuzca varoluşudur. Tanrı’nın dışındaki her şey O’nun tarafından yaratılmıştır.  

Boethius (480-524)

Romalı filozof. Tam adı Anicius Manlius Severinus Boethius'tur.

Eski bir Roma consulu olan babasını küçük yaşta yitirdiğinde önemli bir devlet adamı ve aile dostu olan Quintus Aurelius Memmius Symmachus tarafından evlat edinilmesi onun çocukluktan itibaren çok iyi bir eğitim almasına ve devlet kademelerinde hızla yükselmesine de olanak sağlamıştır. Boethius, ailesinin soylu adı ve iyi eğitimi sayesinde dönemin kralı Teodoricus Magnus'un (Büyük Theodoricus) güvenini kazanmakta gecikmemiştir. İS 510 yılında, yaklaşık otuz yaşındayken Roma'da consul seçilmiş, 520 yılında kral tarafından Magister Officiorum olarak ayrıcalıklı ve onurlu bir göreve atanmıştır.

Albinus'u savununca suçlanmış ve idam edilmiştir; Suçlamanın nedeni, Albinus'un Doğu Roma İmparator'unun çevresindekilere Theodoricus'un küçük düşürücü ifadeler kullanmış olmasıydı. Onu suçlayanlar arasında özel danışmanı Cyprianus başı çekiyordu. Albinius suçlamaları reddetse de İmparator karşı tarafa gönülden inanmıştı. Bu olaylar sonucunda Boethius, İmparator'un huzuruna çıkıp Albinius'u Cyprianus'a karşı savunmuş ve Roma'nın değerli bir senatoru olan Albinus'un bu suçu işlemiş olması durumunda, kendisinin ve Senatus'un bu suça iştirak etmiş sayılacaklarını, bunun ise asla mümkün olamayacağını belirtmiştir. Bu art niyetsiz söylemin Theodoracis tarafından dürüst bir açıklama olarak algılanması beklenirken, o, tamamen aksine Boethius'un sözlerini yanlış yorumladı ve böylece Boethius'un sonunu hazırlayan süreç başlamış oldu.
  • Grekçeden çeviriler yapmıştır. 
  • En önemli eseri Felsefe'nin Tesellisi adıyla Türkçeye çevrilmiş Consolatio Philosophiae'dir.
  • Felsefenin görüntüsünü ve sınıflarını anlatmıştır.
  • Ona göre Felsefe mükemmeldir. Felsefenin doğasını aşan bir karakteri vardır. Felsefe zaman dışı bir etkinliktir. Felsefe bozulmaya uygun bir yapıda değildirr.
  • Boethius felsefe tarihinde Quadrivium'u düşünme pratiğine sokan isimdir. Quadrivium 4 matematik biliminin üst adıdır. Boethius sadece felsefeyi değil, fakat aynı zamanda bilimleride sınıflandırmış bunuda 2 farklı biçimde gerçekleştirmeye  çalışmıştır.        
  • Felsefe bütün bilimlerin anasıdır. Bilginin,bütün bilginin başlangıç noktası ve kaynağı olarak görülmektedir.Bilimler nesnelere göre farklılık taşır.       
  • Boethius prepatetik bilim sınıflandırmasında mantığa yer vermez. Mantık her bilim için olması gerekendir der. Ama stoavari bilim sınıflandırmasında  mantık felsefenin ve bilimin bir dalıdır der. Ona göre gramer ve retorikte mantık gibi bilimde kullanılmalıdır.        
  • Trivium: Mantık, retorik ve gramerin meydana getirdiği bilim topluluğuna denir.       
  • Quadrivium: Aritmetik, Geometri, Astronomi ve Müzikten oluşan topluluğa denir. Astronomi dışında hepsi hakkında çalışmalar kaleme almıştır.
Boethius'a göre Felsefe 

Boethius’un en önemli eseri Felsefe'nin Tesellisi adıyla Türkçeye çevrilmiş Consolatio Philosophiae'dir. Boethius bu eserinde bütün bir felsefe tarihi ve filozoflar için çok meşhur olan bir felsefe alegorisine yer vermektedir. Eser, edebi değeri yüksek bir çalışmadır. Başına gelenlerden dolayı hapsedilmiştir ve çaresizlik içinde kıvranmaktadır. Kaderinin kendisini taşıdığı yer hiç de iç açıcı değildir ve Boethius büyük bir kederle uğraşmaktayken birden çevresini şiir musaları sarar. Kendisine gelen bu ilham perilerinin yardımıyla büyük eserini yazmaya başlar. Bu arada gözlerinin önünde bir görüntü belirir. Felsefe, bir hanımefendi kılığında karşısındadır (Latincede "philosophia, -ae" kelimesi dişil karakterli olduğundan felsefenin bir hanımefendi kılığında görünmesi kadar doğal bir durum olamazdı.). Boethius, gözlerinin önündeki bu görüntünün ayrıntılarını satırlara aktararak, felsefenin özelliklerini ve sınıflarını anlatmak yolunu tercih etmiştir.

Boethius, felsefe tarihinde, quadrivium’u düşünme pratiğimize sokan isimdir. Bilindiği gibi quadrivium dört matematik biliminin üst adıdır. Burada yer alan müzik de o dönemde matematik ile bir şekilde ilgisi kurulan bir sanat dalıydı. Felsefe ve ayrımları, aslında Boethius’un belli türden bir kaygısı sonucunda gelişmiştir. Boethius sadece felsefeyi değil; fakat aynı zamanda bilimleri de sınırlandırmış ve bunu da iki farklı biçimde gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bunlardan ilk bölümlendirmeye peripatetik bölümlendirme de demek mümkündür. Bu bölümlendirme, felsefenin en başta ikiye ayrılmasını gerektirir. Felsefe "teorik" ve "pratik" felsefe olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Pratik felsefe de kendi içinde üç bölümde ortaya çıkar: Etik, Ekonomi ve Siyaset. Teorik felsefenin de üç alt kısmı bulunmaktadır: Doğa Felsefesi yani Fizik, Matematik ve İlahiyat. Buradaki ilahiyat, Kutsal Kitap’taki sorunları ve anlatıları kendisine konu edinen türden bir etkinlik değil; fakat Aristotelesçi anlamda bir ilahiyattır. Bu tür ilahiyat hakkındaki en temel görüşler Aristoteles’in Metafizik adlı eserinde yer almaktadır. Matematik, kendi içinde tekrar ikiye ayrılır: Çokluk ve Büyüklük. Çokluk’un altında Mutlak Matematik ve Göreli Müzik bulunur. Göreli müziğin üç türü vardır, bunlar: Enstrümental, İnsani ve Kozmik olarak sıralanmaktadır. Büyüklük, Sabit Geometri ve Hareketli Astronomi olarak iki kısımda göz önünde bulundurulur.

Boethius’un, çeşitli çalışmalarında kaleme aldığı bir diğer sınıflandırma ise Stoavari sınıflandırmadır. Burada felsefe üç kısımda değerlendirilmektedir: Mantık, Etik ve Fizik.

"Felsefe, bütün bilimlerin anasıdır." anlayışı, yukarıdaki ayrımlandırmalarda açıkça göze çarpmaktadır. Felsefe, bilginin, bütün bilginin başlangıç noktası ve kaynağı olarak görülmektedir 

Boethius, Aristoteles’in anlayışını takip ve kabul ederek, bilimlerin nesnelerine göre farklılıklar taşıdıklarını görmüştür. Buradaki nesneden anlamamız gereken formdur. Bu formlar, madde ile olan ilişkilerindeki yakınlık ve uzaklığa göre bilimleri belli bir yere koymamıza neden olurlar. 
  • Boethius'un en temel amaçlarından biri Platon ile Aristoteles'i uzlaştırmaktır.       
  • Ona göre Tanrı salt formdur. Aristotales metafizikte bu kelimeyi kullanmıştır yanı Boethius ondan yardım almıştır bu konuda. 
  • Tanrı ile varolanlar arasındaki en büyük ayrımın varlık (esse) ve öz arasındaki ayrım olduğunu düşünmektedir.       
  • Hakikat ruhun içinde bulunur. Araştıran ruhuna bakmalıdır.        
  • İnsan aklı boş levhadır diye düşünmek imkansızdır.(tabula rasa)       
  • Kavramlarımızın oluşmasında duyularımızın ürettiklerinden soyutlanan herhangi bir içerik olmadığını söylemek mümkündür. Kavramlarımız doğuştan hayatımızda biçimlenmiş şeylerdir.        
  • Boethius un bilgi anlayışı Platoncudur.       
Tümeller Tartışması : Ortaçağın en önemli problemlerinden biridir. Cinsler ve Türler hakkında 3 soru sorulur.  
  1. Cinsler ve Türler gerçektende doğadamı varolurlar yoksa bunlar saf şekilde  zihinsel oluşumlarmıdır.
  2. Eğer bunlar gerçeklikler ise maddimidirler yoksa değilmidirler.  
  3. Duyulabilir şeylerden ayrımı varolurlar. Yoksa bunların içindemidirler. 
İnsanların içinde yaşadıkları düzlemde en yüksek yetiye akıl (ratio) denmektedir. Bu bireylerdeki tümel yapıyı, kavrama anlama ve temaşa etme yeteneğine sahiptir. Anlama yetisi ilahi bir yetidir. Tümel olanın özelliklerini aşarak saf formun içeriğini kavrarlar.

Aklın altında imgelem ve duyu yer almaktadır. 

İmgelem maddi olmayan insan biçimini ifade eder. Duyu maddi görünüm içindeki kılıkla ilgilenmektedir. İnsan ruhu bedensel olanla sınırlandırılmış bir yapıdır. Ancak aklın sınırları içinde kalan bir etkinlik sergileyebilirler.

Klasik Sosyolojide Temel Yaklaşımlar: Emile DURKHEIM

FELSEFE Ders Notları 2
Klasik Sosyoloji Tarihi
Klasik Sosyolojide Temel Yaklaşımlar: Emile DURKHEIM

Durkheim çalışmalarında kendisinden önce gelen sosyologlardan daha fazla sosyolojinin bir bilim dalı olarak sınırlarının ne olduğu ve onun kapsamına giren olguların hangi yöntemle incelenmesi gerektiğine ağırlık vermiştir. Sosyolojinin en önemli kurucularından birisi olarak kabul edilen Durkheim işlevselci (fonksiyonalist) olarak adlandırılan bir toplum modeli benimsemiş ve bu açıdan modern sosyolojinin en önemli yaklaşımlarından yapısal işlevselciliğin gelişiminde önemli bir rol oynamıştır.

Durkheim toplumu bir bütünü oluşturmak amacıyla farklı işlevler üstlenmiş parçalardan oluşan biyolojik bir organizmaya benzetirken bu toplumun onu oluşturan bireylere indirgenemeyecek nitelikte bağımsız, bireylerin üzerinde (yani bireylerden daha önemli) bir gerçekliği olduğunu düşünür ve savunur. Bu toplumun bireyler üzerinde kolektif nitelikteki toplumsal olgular (gerçeklikler) aracılığıyla yaptırım gücüne sahip ve yine bireyleri üzerinde baskıcı ve sınırlandırıcı olduğunu vurgular ve bu nedenle toplumsal olguları sosyolojinin bir çalışma nesnesi olarak tanımlar.

Durkheim, biyolojik benzeşmeye dayalı olarak parçaları arasında işlevsel karşılıklılık temelinde işbirliğinin ver olduğu uyumcu bir toplum modeli ve buna uygun pozitif yöntem benimser.

Durkheim’e göre sosyolojinin çalışma konusu toplumsal olgulardır. Toplumsal olgular bireyin bilinçleri dışında var olan, kendine özgü bağımsız bir gerçekliğe sahip ve kendilerini bireye zorla kabul ettiren olgulardır. Örneğin ahlaki kurallar bize dışsal ve bizi kısıtlayan bir toplumsal olgudur ancak birey onu içselleştirdiği ölçüde davranışına yön verir. 

Maddi toplumsal olgular, toplum, toplumun yapısal bileşenleri (kilise, devlet) ve toplumun morfolojik (nüfus, dağılımı, yerleşim düzeni) bileşenlerdir.

Maddi olmayan toplumsal olgular, ahlak, kolektif bilinç, kolektif temsiller ev kolektif eğilimleri içer­mektedir.

Bir toplumsal olgunun nedenleri yine başka toplumsal olgularda aranmalı ve nedensel olarak açıklanmalıdır. Toplumsal olgular toplumun ihtiyaçlarının karşılanması açısından sahip oldukları işlevler açısından da araştırılmalıdır. 

Toplumsal olgular toplumun sürekliliğinin sağlanması açısından sahip oldukları işlevlere göre nor­mal ve patolojik olgular olarak ikiye ayrılır.  

Durkheim’e göre, bir toplumsal olgu ele alınırken peşin hükümlerden kopmalı ve olgu mutlaka tanımlanmalıdır. 

Anomi: Durkheim sosyolojisinde toplumsal hayatı mümkün kılan ve bireylere rehberlik eden kolektif ni­telikteki merkezi değerler sisteminde özellikle ani toplumsal değişmelere bağlı olarak ortaya çıkan belirsizlik ya da kuralsızlık durumunun genel olarak tanımlamada kullanılan bir kavramdır.

Durkheim toplumların evrimini, birey toplum ilişkisini ve toplumdaki düşünce birliğini (konsensüs) olgusu temelinde açıklamaktadır.

İş bölümü, farklı ama bir bütün içindeki faaliyetleri yerine getiren kişi ya da grupları koordine etmeyi sağlayan, istikrarlı bir düzenlemesi ifade eder. İşbölümünün gerçek işlevi, iki ya da daha çok insan arasındaki bir dayanışma duygusunu yaratmak­tadır.

Durkheim, toplumsal evrimi işbölümü olgusu temelinde açıklamaktadır. Toplumların evrimsel sü­reci içinde işbölümüne bağlı olarak gelişen ideal tipte iki tür toplumsal yapıdan söz etmektedir. Birincisi mekanik dayanışmacı, İkincisi ise organik dayanışmacı toplum tipidir. İşbölümünde meydana gelen değişimler toplumsal yapıda oldukça kapsamlı değişikliklere ve sonuçlara neden olmaktadır. Ortaya çıkan bu sonuçlar, aslında mekanik ve organik dayanışma arasındaki farklılıkları ifade etmektedir.

Mekanik Dayanışma: Benzeşmeye dayalı basit işbölümünün olduğu geleneksel toplumlarda görülen toplumsal düzen ve dayanışma tipini tanımlamada kullanılan kavramdır.

Organik Dayanışma: Farklılaşmaya dayalı karmaşık bir işbölümü ve uzmanlaşmanın olduğu modern toplumlarda görülen toplumsal düzen ve dayanışma tipini tanımlanmada kullanılan kavramdır.

Kollektif Bilinç: Bir toplumda oluşan ortak inanç ve duygulardır. Mekanik dayanışmaya dayalı toplumlarda güçlü olan kolektif (ortak) bilinç, organik dayanışmalı top­lumlarda daha az önemlidir,

Organik dayanışmalı toplumlarda uygulanan hukuk onarıcı veya iade edici hukuktur.

Mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya geçişi sağlayan nedensel etken maddi bir toplumsal olgu olan dinamik yoğunluktur.

Dinamik Yoğunluk: Bir toplumdaki insan sayısının ve insanlar arası etkileşim miktarını ifade etmekte­dir. Durkheim’in kavramsal çerçevesi içinde özellikle kolektif bilinç, kolektif temsiller ve toplumsal eği­limler gibi maddi nitelikte olmayan toplumsal olgular, intihar üzerinde önemli bir etkiye sahiptirler. Kolektif bilincin bir toplumun ortalama üyelerinin ortak inanç ve duyguları olduğunu hatırlayalım.

Kolektif Temsiller: Kolektif bilincin özel durumlarını ifade etmektedir. Modern toplumda kolektif temsiller olarak aile, mes­lek, eğitim, devlet ve din gibi kurumların norm ve değerlerini düşünebiliriz. Kolektif bilinç daha kapsamlı iken kolektif temsiller bunun bir alt tabakasıdır. Toplumsal eğilimler de birey üzerinde etkiye sahip olan toplumsal olgulardır.

Belirli bir formdan yoksun, net olmayan toplumsal eğilimlere “kalabalık içindeki tutku­lar, kızgınlıklar ve merhamet ile ilişkili hareketler” örnek olarak verilmektedir. Farklı ortaklıklar farklı kolektif bilince ve farklı kolektif temsillere sahiptirler. Bunlar intihar eğilimleri üzerinde farklılık yaratıcı toplumsal eğilimlere sahiptirler.

İntihar: Ölen kişi tarafından, ölümle sonuçlanacağı bilinerek yapılan olumlu ya da olumsuz bir hareke­tin doğrudan ya da dolaylı sonucu olan her ölüm olayına denir. İntihar, Durkheim’a göre, toplumsal dayanışmanın çok yüksek veya düşük olduğu yerlerde bağımlılık ve özerklik ilişkilerindeki dengesizliğin bir sonuç olarak ortaya çıkmaktadır.

Durkheim’a göre intihar tipleri, dört gruba ayrılır:
  1. Bencil intihar, bireyin toplumla bütünleşmediği gruplarda ve toplumlarda görülür.
  2. Anomik intihar, toplumun ahlaki yapısının birey üzerindeki gücünü kaybettiği durumlarda ortaya çıkar.
  3. Özgeci intihar, toplumsal bütünleşmenin fazla olduğu durumlarda görülür.
  4. Kaderci intihar, bireylerin grubun yoğun baskısı altında yaşadığı ve kader olarak algıladıkları bu du­rum karşısında kendilerini tamamen çaresiz hissettikleri durumlarda görülür.
Durkheim’a göre tüm dinlerin kaynağı toplumdur.

Her toplum bazı olguları kutsal, bazılarını ise kutsal olmayan olgular olarak tanımlayarak dini yara­tır. Durkheim’e göre, dinin gelişimi önce kutsalın belirlenmesini, sonra kutsal olanla ilgili inançların örgüt­lenmesini ve son olarak da, inançlara bağlı olarak ortaya çıkan ayin ve uygulamaları gerektirir.

Durkheim, din hakkındaki fikirlerini Avustralyalı Arunta kabilesindeki totemizm üzerine yaptığı incele­melere dayandırmaktadır. Totemizm özellikle hayvanların ve bitkilerin kutsal sayıldığı ve klanın amblemleri olarak alındığı bir din sistemidir. Yani totemizm çevredeki özel şeylere, hayvanlara, bitkilere, özel yerlere ve nesnelere - tapmayı ve bu şeylerin dinsel ayinlerde kullanılan temsillerini yapmayı gerektirir. Ona göre totemizm en ilkel ve en basit din biçimidir ve kaynağı bitki veya hayvanlar değildir. Bitki ve hayvanlar sade­ce bu kaynağı temsil etmektedirler.

Totemizm: Çevredeki özel şeylere (hayvanlara, bitkilere, özel yerlere, nesneler) tapmayı ve bu şeylerin dinsel ayinlerde kullanılan temsillerini yapmayı gerektirir. Totemizm kolektif bilincin / vicdanın sembolik bir temsildir ve bu kolektif bilincin kaynağı toplumdur.

1 Eylül 2014 Pazartesi

Eylem ve Vicdan

"Eylem ve vicdan genellikle uyuşmazlar. Eylem, ağaçtan ham meyveleri toplamak isterken, vicdan onları gereğinden çok olgunlaşmaya bırakır, ta ki yere dökülüp ezilinceye kadar."



30 Ağustos 2014 Cumartesi

Oracle Linux 7 Kurulumu

Bu makalemde Oracle Enterprise Linux 7 kurulumunu inceleyeceğim. Oracle Enterprise Linux 7 Red Hat firmasının dağıtımı Red Hat Enterprise Linux (RHEL) kaynak kodları üzerine kurulu olmasının yanı sıra oracle management pack, clusterware, validated configurations ve oracle-vm servislerininde eklendigi bir linux dağıtımıdır. Bütün destek hizmetlerini ve güncellemelerini Oracle tarafından sunulan Unbreakable Linux Network programı uzerinden yapmaktadır.
 
Kurulum aşamalarında da “Red Hat” ve “CentOS” Linux  dağıtımlarıyla olan benzerliğini göreceksiniz. Öncelikle kurulum yapabilmek için Oracle Linux .ISO dosyasını "Oracle Software Delivery Cloud" sitesinde indirip DVD’ye yazıyoruz. İndirme işlemi için Oracle kullanıcı hesabımız var ise “Sign In” bir hesaba sahip değil isek "Register" ile kayıt olmamız gerekiyor. 



CD/DVD .ISO dosylarını UNetbootin programı ile USB belleğinize veya hafıza kartınıza yazdırabilirsiniz.

Oracle Linux 7 - Kuruluma Başlayalım...  


DVD’den boot işlemini gerçekleştirerek “Install Oracle Linux 7.0” seçeneği seçiliyken “Enter” tuşuna basıyoruz. 

29 Ağustos 2014 Cuma

Klasik Sosyolojide Temel Yaklaşımlar: Karl MARX

FELSEFE Ders Notları 2
Klasik Sosyoloji Tarihi
Klasik Sosyolojide Temel Yaklaşımlar: Karl MARX

Karl Marx (1818-1883) 
Sosyoloji tarihinde pozitivist ve evrimci bakış açısının dışında Karl Marx tarafından ortaya atılan ve tarihsel materyalizm olarak isimlendirilen teorinin önemli bir etkisi olmuştur. Marx, görüneni değil görünenin ardında yatan toplumsal dinamikleri açığa çıkarmayı amaçlayan eleştirel bilim yaklaşımına yakın bir bilim anlayışına sahiptir. Alman filozof Hegel’in bakış açısını örnek alarak onu materyalist bir öze kavuşturduğunu öne süre Marx’a ve onun tarihsel materyalist felsefesine göre insanların varlığını bilinçleri belirlemez aksine toplumsal varlıkları bilinçlerini belirler.

Modern Sosyolojiyi en çok etkileyen düşünürlerden biri olarak kabul edilen Karl Marx Almanya'da Trier'de doğdu. Bonn ve Berlin Üniversitelerinde hukuk ve felsefe çalıştı ve 1841'de doktora çalışmasını tamamladı. En ünlü eserleri arasında Alman İdeolojisi (1845), Komünist Manifestosu (1848), Grundrisse, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (1859) ve en önemli eseri Kapital (1867-1894) yer almaktadır. 

Tarihsel Materyalizm: Marx’ın tarihsel, toplumsal ve ekonomik değişmeyi ele alan toplum teorisidir.

Diyalektik: Genel olarak çelişki ve yeniden çözüm (tez - antitez - sentez) şeklinde işleyen değişme sürecini tanımlamada kullanılan kavramdır.

Diyalektiğin birbiriyle ilişkili ve birbirinden ayrılmaz dört yasası bulunmaktadır: 
  1. Bütünlük Yasası
  2. Gelişme Yasası
  3. Hareket Yasası
  4. Nitel Değişme Yasası
Marx, kapitalizm öncesi toplumdan modern-endüstriyel kapitalist topluma dönüşümü kavramsal ve yöntemsel açıdan özgün bir toplum teorisi çerçevesinde analiz etmeye çalışır. Bu bakımdan da çalışmaları hem klasik hem de modern sosyolojinin gelişimi üzerinde önemli bir etki yaratmıştır. 
 
Marx tarihsel materyalist teorinin kurucusu olarak bilinmektedir.  
 
Hegel’in idealist diyalektiği maddenin düşünceden doğduğu tezine dayanmaktadır. Marx tarafından diyalektiğin maddeci bir yaklaşımla ele alınmasının en önemli nedeni, hareketin ve gelişmenin ilk önce maddeden geçtiği düşüncesidir. Maddenin ve varlığın düşünceden bağımsız olarak ele alınması gerektiğini savunan düşünür Karl Marx’tır. 
 
Altyapı: Üretim güçleri ve üretim güçlerinden oluşmaktadır.   
 
Üretim Güçleri: Toplumun üretim yeteneğidir.   
 
Üretim İlişkileri: Üretim güçlerinin mülkiyet ilişkileridir.   
 
Üst Yapı: Toplumun yasal ve siyasal kuramları, düşünce biçimi, ideolojisi ve felsefesinden oluşmaktadır.

Tarihsel materyalizme göre, doğadaki hareketin önce nicel, sonra nitel bir değişme yaratması gibi ta­rihsel olarak bir toplum içindeki sınıflar arası çelişkiler, o toplumun evrimini veya değişimini oluşturmaktadır.

Marx’a göre gerçekliği belirleyen bilinç değildir. İnsanların bilincini belirleyen toplumsal gerçekliktir. İnsanların düşünme biçimi içinde yer aldıkları toplumsal ilişkiler tarafından belirlenmektedir.
 
Yabancılaşma: İnsanların kendi yarattıkları güçlerin kendi karşılarına yabancı güçler olarak çıktığı, onların egemenliğinin altına girdikleri bir durumdur.   
 
İnsanın kendine türsel varlığına ve başkalarına yabancılaşması, kapitalist pazar ve kapitalist toplum­sal sistem tarafından bir yabancılaşmadır.   
 
Marx’a göre Din egemen sınıfın egemenliğini ve baskısını meşrulaştıran bir unsurdur.

Kapital, Marx’ın kapitalizmin analizini yaptığı eserinin adıdır. Özel meta üretim sistemi olarak kapitalizmin özünü artı - değer (kar) yaratma ve bu yaratılan artı - değeri sürekli çoğaltmak oluşturmaktadır.   
 
Meta: İnsan emeği tarafından üretilen, kullanım değerine ve değişim değerine sahip üründür.   Üretim araçlarının kapitalist mülkiyeti ve işgücünün metalaşması özel meta üretim sisteminin temel koşullarını oluşturmaktadır.

İşgücü ya da İş Yeteneği: Bir insanın bedeninde, kişiliğinde var olan ve üretim sürecinde harekete geçirdiği fiziksel ve ruhsal yeteneklerdir.

İşgücünün Metalaşması: Emeğinde bir meta gibi alıp satılır duruma gelmesidir. Kapitalist üretim sürecine hem kullanım değeri üretme süreci hem de artı - değer üretme süreci ol­mak üzere ikilik bir özelliği vardır.

İşgöçünün değeri, kendisinin ve ailesinin yeniden üretimi için gerekli olan geçimlik mal ve hizmetlerin değeriyle belirlenir.   
 
Artı - değer: İşçi tarafından artış - iş sürecinde (fazla çalışma) üretilen ve kapitalist tarafından el konu­lan değer miktarıdır.   
 
Marx, Kapital adlı eserinde sınıfları analiz ederken İngiliz kapitalizmini temel almıştır.
 
Kendi için Sınıf: İşçi sınıfının öznel olarak kendi çıkarlarının bilincine ulaşması ve kendi sınıfsal Örgüt­lenmesiyle bu çıkarlarının peşine düşmesini ifade eder. 
 
Toplumların Gelişimi: Marx insanlık tarihinin (toplumların) gelişimini (evreleri) üretim biçimine (ekonomik temel) göre ilkel komünal, asyatik, antik, feodal, kapitalist ve sosyalist toplum olarak özgül tarihsel dönemlere ayrılarak sınıflandırmaktadır. Bu toplumların gelişiminde sınıf çatışması temel bir yer tutmaktadır.

İnsanlığın ilk döne­mini ilkel komünal toplumla başlatır ve bu toplumda özel mülkiyet ve sınıflara rastlanmaz. İnsanlar doğaya bağımlı olarak yaşamışlardır. 
 
Asyatik üretim biçimi Batı dışı uygarlıkların yaşadığı toplum modelidir. Marx’a göre bu toplum modelinde işçiler devlete bağımlı olarak yaşamaktadır. Asyatik toplumlar bu yönüyle, kö­lelerin, serflerin veya ücretlilerin üretim araçlarına sahip olan sınıfa bağlı olarak yaşadığı diğer toplumlardan farklılaşmaktadır.

Özel mülkiyetten sonra ortaya çıkan ilk toplumlar, antik toplumlardır. Bu toplumlar efendiler ve köleler olmak üzere iki sınıftan oluşmadadır. 
 
Feodal toplumlarda ise, efendilerin yerini toprak sahipleri, kölelerin yerini ise toprak sahiplerine bağlı ve onların topraklarında çalışmak zorunda olan köy­lüler almıştır. 
 
Feodal toplum sonrasına denk düşen kapitalist toplum üretim araçlarına sahip burjuvazi ve emek gücünü ücret karşılığı satmak zorunda kalan işçi sınıfından oluşmaktadır.
 
Marx, kapitalist toplumda yer alan bu iki temel sınıf arasındaki çatışmanın sonucunda sınıfsız bir toplumun oluşacağını (sosyalizm) öngörmüştür.

Din Teorisi: Marx’ın yabancılaşma kuramı aynı zamanda onun din üzerine olan görüşlerini de temellendirmiştir. Marx’a göre ilkel toplumda insanlar anlayamadıkları olaylar karşısında din ve benzeri gerçek bir temele dayalı olmayan mistik açıklamalar üretmişlerdir. Bu bakımdan din ve benzeri mistik açıklamalar, aslında insanın kendi hayal ürününden başka bir şey değildir.
 
Ancak insan kendi hayal ürünü olan dinsel ve benzeri mistik açıklamaların kaynağını kendi dışında başka yerlerde arar; böylece kendi ürettiği düşüncelerden kopmaya ve uzaklaşmaya başlar. Başka bir deyişle, din insanın kendi hayal ürünü olduğu halde, onun ka­derini belirleyen bağımsız, dışsal ve yabancı bir güçmüş gibi algılanır. Sonuç olarak insanın kendi ürettiği düşünceler, kendi kontrolünden çıkmaya ve hatta onu kontrol etmeye başlar.
 
Sınıf Teorisi: Marx’ın sınıf teorisi, genel olarak sınıfla sosyoloji teorilerinin ilki ve en önemlilerinden biri olarak kabul edilir. Marx sınıf teorisinde özellikle endüstriyel kapitalizmin sınıf yapısı ile ilgilenmiştir. Marx kapitalist top­lumda sınıfların oluşumunu analiz ederken başlangıç noktası olarak sınıfların üretim süreci içindeki nesnel konumlarına bakmaktadır.

Sınıflar üretim araçlarıyla kurdukları ilişkiye bağlı olarak belirlenirler. Yani sınıflar üretim araçları karşısındaki konumlarına, daha açık olarak üretim araçlarına sahip olup olmadıklarına ba­kılarak analiz edilmektedir. Ona göre, emeğin mülksüzleşmesi ve bunun sonucunda ücret karşılığı çalışma durumu, sınıfların oluşum sürecinin analizinde önemli bir yer tutmaktadır.

Marx’a göre, kapitalist toplum temel olarak iki sınıftan oluşmaktadır. 
 
Birincisi, üretim araçlarına sahip olan kapitalist sınıf (burjuvazi) ve diğeri ise mülksüzleşen ve ücret karşılığı çalışmak zorunda kalan işçi sınıfıdır (proletarya).

Marx’a göre, kapitalist toplumda işçi sınıfının sınıf çelişkilerini anlamasının ve sınıf bilincine ulaşması­nın önüne geçen birçok engel bulunmaktadır.
  • İşçi sınıfının toplumsal bir güç olarak bir araya gelmesini engelleyen sınıf içi bölünme ve çelişkilerdir. İşçi sınıfı içinde ayrıcalıklı konumda olanlar (örnek: İşçi aristokrasisi), yaş, cinsiyet, ırk temelinde sınıf içinde oluşan bölünmeler ve çelişkiler sınıfsal bütünleşme, dayanışma ve siyasal mücadeleyi olumsuz etkileyebil­mektedir.   
  • Serbest çalışan, küçük ölçekli kapitalistleri içine alan mülk sahibi “orta sınıf ile mülksüz orta sınıfların burjuvazinin egemenlik anlayışı ve siyasal ideolojisiyle bütünleşmesidir. Bu sınıflar kapitalist rekabetin etki­si altında sınıf atlama, mesleki rekabet doğrultusunda sınıfsal çıkarlardan uzaklaşabilmektedir.   
  • Burjuva ideolojisinin birleştirici rolü. Egemen sınıf, maddi üretim araçlarının yanı sıra aynı zamanda zihinsel üretim araçlarını da elinde bulundurmaktadır. Bundan dolayı, egemen sınıf emekçilerin zihinleri, bilinç biçimleri ve ideolojik ya da kültürel değerleri üzerinde güçlü bir sosyal kontrol kurmaktadır.   
  • Kapitalist toplumda işçiler üretim sürecindeki üretici konumları ve üretici kimlikle­rinden uzaklaştırılmadadır. Kendi toplumsal emekleriyle ürettikleri metalara karşı tüketici kimlikleri ön plana çıkmaktadır. Bu durum onların sermayenin egemenliğine karşı mücadele etmekten uzaklaştırmaktadır.
Marx'a göre gerçekliği belirleyen bilinç değildir, insanların bilincini belirleyen toplumsal gerçekliktir.

Copyright 2013-2017 | İbrahim BAYRAKTAR /dev/null Web Günlüğü